“Gün ışıdığında, bu karanlıktan kurtulacağız.” dedi Yusuf kendi kendine. Demir kapı hızla birbirine çarparken, gardiyan içeri girdi. Gece sayımı yapılıyordu. Yusuf ve Ziya’nın kazı nöbeti yeni bitmişti. Gece sayımından sonra başlayıp sabaha kadar nöbetleşe tünel kazıyorlardı.
Yirmi kişilik koğuşta neredeyse tamamı müebbette mahkumdu. Aralarına yeni katılan ve mühendis olan Yusuf, tünel kazma fikrini ortaya atıp, daha sonrada yüz yirmi metrelik tüneli yaklaşık altı ay içinde tamamlanmasını planlamıştı. Koğuşun tuvalet taşını kaldırıp ranza demirleriyle tünel kazmaya oradan başlamışlardı. Çıkan toprağı suda eritip, tuvaletten tahliye ediyorlardı. Bir süre böyle devam etti.
Ancak, tuvaletin tıkanması halinde tünelin fark edilmesi durumuna karşın, başka formüller aramaya başladılar. Cezaevinin ortasında geçen geniş bir koridor vardı. Kazan dairesi borularının tamiri için giden, koğuştaki Ali usta dan öğrenmişlerdi. Atık su borularının ve sıcak soğuk su borularının geçtiği kazan dairesi. Dar bir tünel ama borular üste monte edilmişti. Orayı bulmak için, ters yöne on iki metre kazıp tüneli bulmuşlardı. Artık toprak sorun olmuyordu. Toprağı buraya atıyorlardı. Ellerindeki malzemelerle bir körük icat etmişlerdi. Kazı yapan arkadaşların, körükle hava veriyorlardı. Sabah sayımı ve akşam sayımı için çıkıyorlar ve nöbetleşe hiç durmadan kazıyorlardı. Dört ayın sonunda, seksen metreyi geçmişti tünel.
Ziya “Bir buçuk aya kalmaz tüneli bitiririz.” dedi. Yusuf başını evet anlamında salladı. “ Ama çok dikkatli olmalıyız. En ufak bir hatada emeklerimiz suya düşer” dedi. Herkes toplanmış Yusuf’u dinliyorlardı.
“Bugün tünelin üçte ikisini tamamladık. Hepinizin tatil günü.” diyerek hınzırca gülümsedi. “Haydi bugünün keyfini çıkaralım. Yakın birer cigara.“ diyerek önce kendisi yaktı. Sigaradan bir nefes çekip burnundan dumanını çıkardı. Koğuşun çaycısı Hilmi, herkese tavşan kanı çaylarını dağıttı.
Şu an herkes, kendini büyük bir ziyafette gibi hissediyordu. Tünel kazısını yaparken, ciğerlerinden rahatsızlanan Selahattin’in öksürmekten ciğerleri parçalanıyordu adeta.
Revirdeki doktor “Ciğerlerine ne oldu böyle, nerdeyse bitmek üzere, sigarayı bırak. “ demişti. Oysa ki Selahattin hiç sigara içmiyordu. Yusuf. ”Selahattin artık sen tünele girme, senin nöbetini biz paylaşacağız.” diye seslendi.. Yusuf ne söylüyorsa harfiyen uyguluyorlardı. Yatma zamanı, kalkma, kazı nöbetini... her şeyi düzenleyen oydu. Zaman zaman yüreklendirmek için ateşli konuşmalar yapardı.
Hepsinin hayali başkaydı.
Yusuf’un aklı Sanem’deydi. Sanem, onun üniversiteden arkadaşıydı. Sonraları sevgili olmuşlar ve üç yıldır birlikte yaşıyorlardı. Siyasi olaylar sırasında ikisi de tutuklanmıştı. Nezarette işkence görmüşlerdi. Sanem karnına vurmamaları için polislere yalvarıyordu. Yusuf da işkence görüyordu ama Sanem’in sesini duydukça kendi acısını unutuyor, onun acısını yaşıyordu.
Yusuf’un örgütle bağlantısı netleşince, müebbette mahkum etmişlerdi. Sanem serbest kaldı. Ailesi onu karakoldan teslim aldığında adeta enkaza dönmüştü. Hastaneye kaldırdıklarında, kanaması vardı. Doktora yalvarırcasına “Ne olur doktor bey, bana söyleyin bebeğim yaşıyor mu?” dedi. Doktor “Sanem Hanım, şaşılacak bir durum, bebek yaşıyor ve sağlıklı görünüyor. Merak etmeyin.” diye yanıtladı.
O an tüm acılarını bir an unuttu.
Sanem, varlıklı bir ailenin tek kızıydı. Babasının göz bebeğiydi. Babası Yusuf’la arkadaşlıklarını hiç onaylamamıştı.” O anarşisten uzak dur. Başın bir gün belaya girecek “ demişti. Korktuğu başına gelmişti. Şimdi hastanede, bir de hamile olduğunu öğrenince öfkesinden deli olmuştu.
Doktora “Hamileliğine son verin.” dediğinde doktorun bunun mümkün olmadığını, zira bebeğin dört aylık olduğunu, alınması gerekirse dahi, annesinin buna karar verebileceğini söylediğinde ise “Şimdi de o anarşistin piçiyle uğraş”diye öfkesinden kuduruyordu. Sanem’in annesi de sürekli ağlıyor.
“Kızımız yanlış şeyler yapmış olabilir. Ama ne olursa olsun, o bizim kızımız ve onu her haliyle kabul etmek zorundayız. Sanem’i üzme. Kız zaten perişan olmuş. “ diyordu.
O ise bu konuşmalardan uzak, bebeğinin varlığı ile mutlu oluyor ve sürekli karnını okşuyor, bebeğiyle konuşuyordu. Sahi cinsiyetini niye sormamıştı ki? Yusuf, hep oğlu olsun isterdi.
Adını bile düşünmüştü “ Güney”. Sanem’in de hoşuna gitmişti bu isim. Yılmaz Güney’e her ikisi de çok hayrandı. Eğer kız olursa “ Sinem” diyordu Yusuf Sanem’e uysun diye. O sırada doktor içeri girdi. “ Doktor bey, cinsiyeti belli mi bebeğimin?” diye seslendi Sanem. Doktor gülümseyerek “Muhtemelen erkek.” dedi. Bu kez kulaklarında, defalarca bu iki kelime çınladı.
”Muhtemelen erkek. Muhtemelen erkek. Yusuf bunu duyunca çok sevinecek.” diye mırıldandı mutlulukla.
Yusuf sigarasını bitirir bitirmez yenisini yaktı. Tüneli bitirdiklerinde, bebekleri doğmuş olacaktı. Yüzünü bir gülümseme kapladı. Koğuşun suçsuz suçlusu Ali Usta ona bakıyordu. “Hayrola Yusuf, ne bu sevincin? Ağlanacak halimize mi gülüyorsun? “ dedi. Ali Usta’nın buraya düşmesi de, garip bir tesadüf sonucuydu. O su tesisatçısıydı. Tamir için gittiği kütüphanede, örgüt elemanları toplanmıştı. O olanlardan habersiz içeri girdiğinde polis baskın yapmış; kaçmaya çalışan biri, örgüt bildirilerini Ali Usta’nın eline tutuşturmuştu. O, daha ne olduğunu anlamadan polis tarafından karakola götürülmüştü. O kadar dövmüşler ve işkence etmişlerdi ki acılardan ve çaresizlikten, ben de örgüt üyesiyim demişti. İşte onun hikayesi de buydu. Şimdi buradaki tesisat işlerini de ona yaptırıyorlardı.
Selahattin’in öksürük nöbeti o kadar artmıştı ki koğuşta kimse uyuyamıyordu. Öksürürken kan gelmeye başlamıştı. Tekrar revire gönderdiler. Selahattin giderken “ Arkadaşlar, galiba benim işim bitti. Geri gelebilir miyim, gelemez miyim bilmiyorum. Sizin firarı gerçekleştireceğinize dair umudum tam. Aranızda olmasam da gün ışıdığında, o ışık huzmesinin içinde olacağım.” diyerek veda etti. Selahattin bir daha geri dönmedi. Bir hafta sonra ölüm haberi geldi. Herkesin morali bozulmuş, yaşam birden anlamını yitirmişti. Galiba, yavaş yavaş eksileceklerdi. Yusuf da çok üzülmüştü ama çözülmelerine izin vermemeliydi. Kararlı davranmak zorundaydı. “ Arkadaşlar, eğer kazmaktan vazgeçersek, en çokta Selahattin’in emeklerine saygısızlık yaparız. O canını ortaya koydu. Ya burada çürüyeceğiz. Ya da dışarıya çıkma umuduyla bu uğurda öleceğiz. Tıpkı Selahattin gibi” dedi. Herkes önüne bakarak susuyordu. Aslında Yusuf’un da, içi kan ağlıyordu ama vazgeçemezdi.
Yusuf, o gece yine düşünmeye başlamıştı. Bu işte küresel güçlerin etkisi olduğu belliydi. Bir yer kontrol edilmek isteniyorsa halk arasına ayrılık tohumları ekilir ve mahsul beklenir. Sağ, sol çatışmaları da bundan artmıştı muhakkak. Vatanseverlik adına yapılan eylemler, kardeşleri birbirine düşürmüştü. Şiddet, hiçbir şeye çözüm getiremezdi. Ne görüş ne inanç için kendi insanına bu kadar düşmanlık için bir sebep yoktu. Görüşler gelip geçer. Kardeşlik bakî kalırdı.
Dışarıya çıktığında, bu görüş ve düşünceyle birleştirici rol oynamaktı niyeti. Koğuşta ki şair arkadaşı Sefer’in dizeleri geldi aklına.
“Sağ kolunla sol kolunun farkı ne? Sağ da kopsa sol da kopsa acı bir.
Tek bir elin savaşamaz yenilir. Vatan bizim. Millet bizim. Acı bir.”
Duygulandı Yusuf, göz pınarlarından damlalar birbiri ardından dökülmeye başladı. Sonra kimseye belli etmeden eliyle gözlerini silip, kararlı ve inançlı bir şekilde “Arkadaşlar, gün ışıdığında yine başlayacağız kazıya ve o ışık huzmesini görene kadar devam edeceğiz. Kimse nöbetini unutmasın.” derken sesi titredi. Bütün vücudu acıyor ve yüreği paramparçaydı.