“Aliş’imin kaşları kâre, sen açtın sineme yâre.
Ah bulamadım derdime çare…”
Kendini sahile karşı, rüzgâra vermiş, gülümsüyordu. Onu rahatlatan bu serin ve bolelbiseden, üç genç kıza usta bir elden rahatça elbise yapılabilirdi. Komikti, temizdi,hamarattı, becerikliydi. Onun açtığı yufkalardan daha incesini açmak mümkün değildi.Çok da dürüst ve güvenilirdi. Arada birileri onu çok kızdırırsa yüzlerine karşı Boşnakça küfürler savururdu (güler yüzüyle) kimse de bir şey anlamazdı. Şehre uzak semtlerden birinde kirası düşük ve küçük bir evde kocası, memleketten dönerken evlat edinmek zorunda kaldığı oğlu ve geliniyle yaşıyordu. Bu minicik sıska sarı oğlan,büyüdüğünde de sıska sarı bir adam olmuştu. Evin iki erkeği bu nedenle birbirlerine benzerlerdi, hiçbir kan bağı olmasa da. Okuma yazmayı zor bela öğrenmişlerdi, evde hâlâ kendi aralarında Boşnakça konuşuyorlardı. Safiye’ye beden olarak çok benzeyen gelin ev işlerini hallederken o da zengin evlerine özel günlerde tatlı-börek yapmaya gidiyordu.
Hava nasıl olursa olsun, o mutlaka saçlarını örüp başının arkasında toplar, sonra da bu sıkı topuzu bir eşarp ile örter, boynunun arkasından bağlar, dalgalı açık kumral iri bir kakülün dışarı sarkmasına izin verirdi. Üzerinde ise geniş bir örtü gibi bedenini sarmalayan mevsimine göre, ince ya da kalın kumaştan bir mantosu olurdu. İşte bu kadın, Yıldız’ların evine para için değil, sadece anneannesiyle dost olduğu için gelirdi. Çünkü onunla paylaştıkları bir geçmişleri vardı. Sürekli sessizce fısıldaşır, evin sakin bir köşesinde yandan çarklı kahvelerini yudumlarlardı. Kendi sardıkları karanfil kokulu sigaraları eşliğinde. Hep birlikte çalışır, bayram günleri için baklava ve börekleri birlikte yaparlardı. Balkan Harbi'nin bitiminde, Yıldız’ın anneannesi ve ailesinden kalanlar ilk gelenlerdendi Anadolu’ya. Daha sonra yapayalnız kalan Safiye ve eşi de terk edilmiş iki yaşındaki bir oğlanı kucaklarına alıp, çıkmışlardı yola. Onu orada tek başına ve açlıktan ağlar durumda bırakamamışlardı. Birbirlerini İzmir’de II. Dünya Savaşı'nın zorlu yıllarında bulmuşlar, asla da bağlantılarını koparmamışlardı. Ortalama on günde bir, yakın adreslere işe gelince, dönüşte Yıldız’lara da uğrar ve hem sohbet eder hem dinlenirdi evine dönmeden. Keyifleri çok yerinde ise iş yaparken Rumeli türküleri mırıldanırlardı. En çok da “Dağlar dağlar, viran dağlar, yüzüm güler kalbim ağlar...” Tam da burada hem ağlayıp hem gülmeyi başarırlardı.
“Ne mutlu sana sestra(kızkardeş), memelerin küçücük benim derdimi bilemezsin” derdi. Bıraksam sıcaktan altları terler, kızarır adeta yara gibi acımaya başlar. Oh, sen rahatsın. Diğeri de hemen, “Boş ver bogoti(anlamını bilmiyorum), bu saatten sonra onu mu dert edeceksin” derdi.
Yakınlarda gülüşen evin kızlarına döner; “...gülüşmeyin kızlar, valla bir ah ederim kocaman olur o erik tanesi memeleriniz.” der basardı kahkahayı. Yıldız anlamazdı ogünlerde bu gülen, karanlık lacivert gözlerin içindeki derin acıyı. Fakat bir gün, aydınlık ve kocaman mutfakta, yerdeki geniş ve yuvarlak hamur tahtasında ince uzun oklavayı ustalıkla kullanırken kahve pişiren anneanne:
“Neyin var bugün, hiç sesin çıkmıyor?” deyiverince, bıraktı elinden oklavayı ve başını tahtadan kaldırdı. O iri bedende ve tombul yüzde çok ilginç birer mücevher gibi parlayan yaşlı koyu mavi gözleriyle Zehra’ya döndü.
“Ah Zehra ah!! Hangi dağlara çıksam da bağırsam bilmem ki..” dedi.
İşte o gün, anneanne, Safiye’nin yoldaşı, sırdaşı Zehra, Yıldız’ın ilgisinin elindeki kitaptan tamamen koptuğunu gördü. Hemen doldurduğu fincanları balkon masasına götürdü. Safiye’ye seslendi. Kadın çöktüğü yerden elleriyle zeminden destek alarak kalktı ve balkona çıktı yorgun ve sessizdi.
Kapıyı kapattılar bütün eve ve belki de dünyaya. Çok uzun süre dışarıda kaldılar. Yıldız hiçbir şey duyamadı, zaten duysaydı da anlamayacaktı. O dili öğrenmesini hiç biri istememişti. Zaten annesi de pek bilmezdi. Bu olaydan sonra her şey normale dönmüş gibi görünse de hiçbir şey eskisi gibi değildi. Bir yıla varmadan da Safiye Sultanın (bu eki ona kim takmıştı bilinmez) vefat ettiği haberi geldi. Kimi kilosundan dedi, kimi şekeri varmış haberi yokmuş dedi. Kimi de kalbi dayanmadı artık dedi.
Yıldız hiçbir zaman unutmadı bu kadını fakat bütün ısrarlarına rağmen de anneannesinden gerçeği öğrenemedi. İki yaralı kadın, birbirlerinin yarasını hep bildilerve kurtlar gibi o yaraları hep yalayarak onarmaya çalıştılar. Kalıcı olmadı bu iyileşmelerikisi için de. Kısa bir süre sonra anneannesi de öldü Yıldız’ın. “İki gün yatak, üçüncü gün toprak.” derdi hep, öyle de oldu.
Çok uzun yıllar sonra, bu gün o uzak sahil kasabasında, aynı evde yaşayan bir yaşlı ve yalnız kadın da Rumeli türküleri duyunca hâlâ ağlıyor. Nedenini de kimse bilmiyor, belki artık kendisi bile.