Size de olur mu bilmiyorum, bana, beni gösteren filmler vardır. Varda’nın filmleri bunlardandır mesela. Henüz kadınların kamera arkasında kendine yer bulamadığı, sadece kamera önünde meta olmaktan öte geçemediği yıllarda o, aykırı filmleriyle adından sıklıkla söz ettirmeyi başarmıştır. Belli kesimlerden sert tepkiler alsa da onun filmleriyle birçok kadın zihni aydınlanmıştır. Benim sadece fotoğrafta değil, başka birçok konuda farkındalığımı arttıran insanlardan biridir Agnes Varda.
Onun 1962 yılında vizyona giren “Cléo Beşten Yediye” filmi bunlardan biridir mesela. İlk izlediğimde iki binli yılların başlarıydı, muhtemelen 2002 olmalı. O yıl, fotoğraf dersleri almaya başladığım çok değerli bir hocam önermişti Varda filmlerini izlememi. Tabi o zamanlar şimdiki gibi kolay erişim yoktu filmlere. Anca bir film festivali ya da nadiren de olsa fotoğraf sergilerinde yapılan film gösterimlerinden olacak da izleyeceğiz böylesi filmleri. Galata’da olması lazım, bir sergiye gitmiştim. Tema kadındı, “Sosyal Hayatta Kadın Rolleri” gibi bir konusu vardı bu fotoğraf sergisinin. Salonda kadından çok erkek vardı. Bu durum sevindirici miydi, üzücü mü bilememiştim o zaman. Fotoğrafa yeni başladığım için filmi, fotografik özelliklerine odaklanarak izlemeyi istiyordum fakat bu mümkün olamamıştı. Filmin konusu beni çok etkilemişti. Bir kadın şarkıcının sağlık sorunlarıyla ilgili endişelerini anlatıyordu film ve tahlil sonucunu beklediği iki saati bize, onunla birlikte benzer endişelerle yaşatıyordu. Bir kadın olarak çok etkilenmiştim. Özellikle çalışmak zorunda olan bir kadın olduğum için…
Ancak yıllar sonra kendimi, benzer bir tahlil sonucunu beklerken bulduğumda aklıma Cléo geldi desem yalan olmaz. Onun yalnızlığına benzer bir yalnızlıktı benimkisi de. Kalabalıklar içerisindeki bu yalnızlık duygusunu, benzer acılara sahip kişilerin bile geçiremiyor oluşu ne gariptir. Bunu yaşamayanların sizi anlamıyor oluşunu kabullenebiliyorsunuz bir şekilde fakat sizinle aynı korkuları olan insanların sizi görmeyişini, duymayışını anlamakta zorlanıyorsunuz. Ben hâlâ zorlanıyorum…
Sabahları uyandığımda, elimi yüzümü yıkarken baktığım aynada her zaman kendimi görmüyorum ben. Bazen beni öfkelendiren bir adamı, bazen üzüldüğüm bir kadını görüyorum. En çok da üzülen, mutsuz olan bir çocuk gördüğümde kahroluyorum. O çocuk kim diye merak edip duruyorum bütün gün… Kim ise kim? Benmişim gibi, benimmiş gibi sevmeye karar verdiğimde o görüntüdekini, geçiyor üzüntüsü. Mutlu oluyor ve gülümsüyor bana aynadan. Tıpkı Cléo’nun, filmin bir sahnesinde aynada kendisine baktığındaki hüznünün benzeri varken gözlerinde, bir anda kayboluveriyor. Onun yerine, benim de yüzüme oturan gülümsemenin aynısı oturuveriyor bakışlarına.
Kadına yönelik bir politika geliştirenlerde, öncelikli olarak bir konuya odaklanıyorum. Tam olarak olmasa da Agnes Varda’nınkine benzer bir bakış açısı geliştiriyorum kendimce… Kadına nasıl baktıklarına bakıyorum. Ne görüyorlar? Kadın mı, kız mı, çocuk mu, anne mi, eş mi? Nedir onlar için, kimdir? Eğer cinsiyetinden önce onun insan olduğu akla gelmişse ne âlâ. Yok gelmemişse, korunacak bir varlık olarak betimlenmişse, inanıyorum ki asla korunamayacaktır… Bir takım varoluşsal sancılar başlıyor bende böylelikle. O zaman da yine Agnes Varda’nın başka bir filmine sığınıyorum. Onun gözünden baktığımda bu dünyayı, bu bakış açısını anlarım sanıyorum. Ve “Paralel Hayatlar” filmini izlersem çok daha hızlı iyileşirim sanıyorum. Bana düşüncelerimde yalnız olmadığımı anlatıyor bu film. İyi geliyor… Onu da başka bir yazımda anlatırım artık.