Yazanlar bilir, okuyanlar biraz anlayabilir, ikisini de yapmayanlar epeyce bilir: Yazmak lüzumsuz bir iştir, yazarlar da lüzumsuz insanlardır; hele ki kendini bu işe kaptıran romancıların vay hâline... Nitekim birçoğu elle tutulur, “gerçek bir iş” yapmaktan daha ziyade kendi kurguladıkları hayal aleminde fink atmakta, oradan bize notlar sunmaktadırlar.
Romanımızın ana karakterinin annesi Muazzez Hanım “Evladım romanlardan bıkıp usanmadın mı, bir de tuttun şimdi romancı oldun, bu yüzden bir baltaya sap olamayacaksın!” demektedir. Dahası Mümtaz Candaş lüzumsuz insan oluşunu kendisi bile dile getirir: “Ben roman dünyasında yaşamak için her kadının öyle ya da böyle sonunda talep edeceği düzenli iş sahibi koca olamadım; mimarlığımı bıraktım, çalışmadım.”
Daha önce kendisinin hayaline ortak olanların bulunduğu bir romanın baş kahramanının, bir hayalperestin, edebiyat dünyasının belki de en sıra dışı karakterlerinden biri olan Bay Konsolos’un yaratıcısı yazar Mahmut Şenol bu kez bize hayalcilik dünyasının bizzat içinden trajikomik bir hikâye sunuyor; orada ilginç bir karakter tarafından, yazar Mümtaz Candaş tarafından bir roman yazılıyor: Nicky’yi Öldürmek!
Mimar-yazar Mümtaz Candaş “lüzumsuz insan” olduğu için eşi Nicky tarafından Amerika’daki evinden kovulmuş, bu şekilde görülmenin yarattığı baskı ve sürekli kaygı durumuyla kendini İstanbul’da bulmuştur. Ne zamandır uzak kaldığı mimarlık hayatına geri döner fakat -kendisi aslında bu dünyaya ait olmadığı için- >romancı tarafı onu rahat bırakmaz. Romanında Nicky’yi yazmalıdır ve ondan kurtulmalıdır. Kendisinin var oluşu buna bağlıdır. “Spinoza’nın Conatus diye kullandığı hayatta var olma çabası, yazarlarda yazı yazma biçiminde sürer.” Bu satırları Mümtaz Candaş’ın yazdığı romanda görürüz.“ Yazarların merakları peşinde dolaşan insanlar olduğu bilinen bir şeydir” diye de ekler. “Merak” böylesi yazarların varoluşunun ilk şartıdır, onlar için bir avcılık biçimidir, böylece sanki romanları için malzeme toplamaktadırlar.
Mümtaz Candaş belki bu nedenle yeninin peşinde dolanmaktadır; yeni bir kadının, bir ilişkinin arayışındadır. Annesinin mezarını bulamayıp başka bir mezara öylesine fırlattığı mektupla adeta kendini fark ettirmek üzere bir iz bırakır. Mektup kendine münhasır bir kadın karakteri karşımıza çıkarır: Beyza Ferah. Bu tesadüf bize Mümtaz’ın romanına malzeme bulmak için yaptığı bir hamleyi anımsatır. Zaten Mümtaz’ın romanındaki bir karakter olan Kaptan Jim’in yanlışlıkla bir gemiye hapsolan yazar Dombraço’ya söylediği sözler bize bu mesajı açıkça vermektedir: “Burada bulunuşunuzu sadece bir rastlantıya değil, bilmeksizin içine girdiğiniz bir yazgıya bağlıyorum.”
Maalesef kadınsızlıktan kurtulmak Mümtaz için yeterli olmaz, kaygı hâlâ peşindedir, adeta yakasına yapışmıştır. Mümtaz Candaş’ı kendisiyle sürekli konuşur hatta tartışır hâlde buluruz. Bunu Mahmut Şenol’un kimlikleşen eğlenceli üslubuyla, okuyucusuyla adeta konuşur gibi, İstanbul Türkçesiyle yazdığı ve roman karakterlerinin bölümler hâlinde bizzat kendi ağızlarından sunulduğu satırlarda rahatlıkla görürüz. Bu kaygılı ve kendisiyle sürekli konuşma hâli Mümtaz Candaş için öylesine kronikleşmiş bir meseledir ki, adeta kendi içinde birden fazla parçaya bölünmüş, onlarla dost olmuştur; bu parçaların olmadığı bir dünya onun için düşünülemezdir. Bu durumu şu satırlardan anlarız: “Nicky’ye bir gün sormuştum, ‘Sen kendinle hiç konuşmuyor musun? İçindeki öteki Nicky sana ne anlatıyor?’ Tuhaf baktı yüzüme, bir daha dillendirmedik. Fakat o günden beri düşünür dururum, Nicky bu kadar yalnız mıdır? Eğer öyleyse, yazık ona; üzülürüm!”
Romanın satır aralarına usul usul işlenen efendi-köle ilişkisi böylelikle sanki başka bir boyuta taşınmıştır. Kişinin bir başkasını görmesiyle başlayan iktidar mücadelesi, artık kişinin kendi içinde kalabalıklaşmasıyla, “ben”in içinde bir “ben” daha bulmasıyla kendi içinde yer etmiştir. Böylelikle romanda “ben” ve öteki “ben” arasındaki iktidar mücadelesine tanık oluruz. Hayatını kaybetmekten korkan tarafın köle, hayatını daha çok risk altına sokan tarafın ise efendi olmaya daha yakın olduğu bir gerçektir. Bu gerçek trajik bir sonu yavaşça hazırlar.
Buna varoluşçuluk ve gerçeklik gibi felsefi kavramlar da eşlik eder. Kaygılı hâlden kurtulmanın en basit yolu, kendini aklamak üzere dışarıdan bir suçlu bulmaktır. Mümtaz bunun için yazmaktadır, Nicky sanki bu rolü üstlenecektir. Fakat roman ile gerçek, zamanla iç içe geçer. Mümtaz kendini aklamayı trajik bir şekilde başarır. Kitabın sonunda bir sürprizle bunu öğreniriz.
Bir Roman Yazılıyor: “Nicky’yi Öldürmek”. Mahmut Şenol’un bu amaçla kaleme aldığı bir eser midir bilinmez. Zaten bunu anlamaya çalışmanın pek lüzumsuz bir iş olacağı konusunda da yazar bizi kitabın sonundaki açıklamasıyla uyarmaktadır. Mevzubahis romanımız sebebi fark etmeksizin bu bahsi geçen “lüzumsuz” insanlardan birinin zehridir, burada bir romancının zihnindeki zehri nasıl boşalttığına tanık oluruz. Bu belki pek “lüzumsuz” bir iştir ama emin olunuz; pek iyi iştir...
Ne de olsa semen retentum venenum est: akıtılmayan tohum zehirlidir!