Toplumcu gerçekçilik türünde 11 öykünün yer aldığı ”Gerçeğin Canı Cehenneme” isimli kitap, yazar Mehmet Ali Güner’in çoğunlukla yaşanmış ve yaşanması muhtemel olayların anlatıldığı; acı, hüzün, ayrılık, yoksulluk ve ölüm temalarının hakim olduğu bir eseridir.Kimi öykülerinde arka planda Çukurova’nın sıcağını hissettiren, kimi öyküsünde bize kendi özlemlerimizi hatırlatan, kimi öyküsünde geçmişten geleceğe bir yaşantının ebedi tekrar felsefesiyle ve tercihlerin sonuçları üzerinden işleniyor oluşunu okuyoruz.
Babasının dudaklarından ne zaman bu sözcükler dökülse, hınzır bir tebessüm belirirdi çocuğun çehresinde; babasının göz kırpmasıyla da tiz bir kahkaha koparırdı mutlulukla. Bu ritüel, her defasında babasının, ”Aret mernim” (güneşine öleyim) diyerek çocuğun başını sönümsüz sevgiyle okşaması ile son bulurdu.
İki küçük çocuğun yaşadığı bir acı, birileri için lütuf olabilir miydi? Tanrı duymuyordu küçük çocuğun yakarışlarını; ama bir başkasının duaları kabul oluyordu aynı zamanda. Birisinin acısı birisinin dualarının kefareti miydi?Toplumsal bir acının etkisiyle parçalanan bir aile ve kayboluşlar… Acının izleri her yerde; fotoğraflarda, köprüde, kilisede, evlat hasretinde ve bir bilekte… Son bulan bir hayat ve kavuşamamanın burukluğu her satırda ustalıkla işlenmiş oluyordu ”Sevmenin Kefareti” öyküsünde. Yazar, parçalanmış bir ailenin hikayesini kurgularken aslında toplumsal bir sorunun yarattığı travmayı ve etkilerini gözler önüne seriyordu. Bu toplumsal sorunun yarattığı etkileri diğer hikayelerinde de görmekteyiz. Yazar, hüzün dolun satırların arasına bir söz bırakıyordu usulca: ”Bazı sevgiler dua gibidir.”
Oysa köye gelene kadar geçen süre zarfında neler düşünmemişti ki… Ama düşünmek yetmiyor eylemi gerçekleştirmeye; insanın her zaman annesi ölmüyor ki…
Aydınlıktan karanlığa zamanın hızla aktığı bir ölüm. Görev, ayin, vasiyet ne denilirse denilsin bir daha yaşanmayacakların, yaşananların ise zamanla yavaş yavaş silineceği anılar ve kalabalığın içinde bir yalnızlık merasimi. ”Acının Kucağında” öyküsünde yazar, var olmak ve yok olmak bağlamında konuyu ele alırken, çaresizlik ve kabullenmek durumlarını aktarıyor bizlere. Tanıdık yüzler, yabancı yüzler, anılarla dolup taşan bir ev ve canlı ile cansızın ilk ve son birlikteliğinin izlemi… Kalabalıkta içe atılan çığlıklar, yalnızlıkta gökyüzünü yarıp geçiyordu ve ayak ucuna dikilen bir gülün ömrü kadardı insanın ömrü.
Dert yüzde gizlenemez, içte kalır ama; bir insanın mutlu gülüşüyle acı çeken gülüşü çok farklıdır; aralarındaki fark iki kutup kadardır, anlaşılır.
Çaresizliğin ve yoksulluğun aktarıldığı ”Bir Kadın, Bir Anne, Bir İnsan” öyküsünde hayatta kalma ve var olma durumu anlatılırken, sorumluluğun getirdiği yükün altındayken yine de mücadele içinde olma durumu işleniyor. Ayrıca bozuk düzenin ve sınıfsal ayrımın işlendiği öyküde yazar, ötekileştirilen insan temasını öykünün tam merkezine yerleştiriyor. ”Yaşamın Dayanılmaz Ağırlığı”nda, iç içe geçmiş iki hikayeyi anlatırken, acı ve ayrılık üzerinden farklı inançların resmini çiziyor yazar. Arka planda kısa ve net bir şekilde aktardığı Türk-Ermeni sorununu bu kısa öyküsünde acı ve ayrılık üzerinden ele alıyor. Kültürel farklılıkların kan bağını nasıl önemsizleştirdiğini okuyoruz. Geçmişte yapılan tercihlerin acısal hesaplaşması ileride katlanarak seriliyor önümüze. Tercihin zorunluluğu bir şey ifade etmiyor sadece acı acıyı doğuruyor.
Sanırım bedenim de dışarıya alışık değil diye mırıldandı. ‘Alışır alışır’ dedi kendi kendine. Spinoza’ya selam çakarcasına, ‘Bir bedenin neler yapabileceğini henüz bilmiyoruz’ dedi.
Yitip giden canlardan bir can…<span> ”Adalet mi? O Ne ki?” diyenlerden biriydi sadece Mehmet. Ve nicelerine selam olsun der gibi bir öykünün, kitabın içinde yer alışı… Tek değildi bu öyküdeki kahraman. Niceleri vardı daha; kimi erkenden kimi daha geç giden. Ama bedenlerinde acının izleri her daim varlığını sürdürdü. Hayalleri bir, fikirleri bir, yürekleri birdi. Anne çığlığı kadar yüksek çıkarken sesleri onurlu direnişlerin seyrinde, bir hayat tükendi gözler önünde. Dilleri lal, gözleri kör, yürekleri korkak olanların uğruna hayatı heba etmek… Asıl acıtan da buydu belki de. Uyuyanlar uyanmıyordu hala. Ve sinmiş ruhların uyanışında her çiçekte bir baharın dirileceği günlere kadar bedel ödeyenler mutlaka gelip geçecek bu dünyadan…‘Sevdanın Uğultusu’nda otuz altı yıllık bir ayrılığın ardından buluşan iki kalp; ‘Bir Kadın, Bir Dram, Bir Yaşam’da evlatlık verdiği kızının ardından yaşanan derin acı ve yok oluşa doğru bir adımlayış; ‘Dünya Senin Olsa Ne Çıkar’da yeryüzünde acının her daim var olduğu bilinciyle yaşamın ağırlığını içselleştiren bir adam; ‘Ölümün Faydası Yok’da gerçeğin içinden çıkıp gelen bir hikaye ve acı ile ölüm bağlamında yitip giden hayatlar…