Kenan Göçer’in, 5 Ocak’ta Pan Yayıncılık’tan satışa çıkacak olan OĞUZ ATAY Sevgi-Para Geriliminde Atay’ın Sofrası ve Türkiye’nin Ruhu’na İzonomik ve Tinbilimsel Bir Yaklaşım adlı kitabının tadımlık bir bölümünü aşağıda sunuyoruz:
Oğuz Atay’ın, Günlük’te “Türkiye’nin Ruhu”ndan ilk bahsettiği tarih 30 Ocak 1976’dır. 1 Mayıs 1976’da, “her biri ayrı kitap olmak üzere” üç bölümden oluşacak kitabın adlarının; Devlet, Toplum ve İnsan olacağını belirtir. Türkiye’nin ruhuna dair üçleme roman, duyurusunu yapıp da yazamadan genç yaşta (43) vefat ettiği için, Atay ve Türkiye üzerine zihnini yoran pek çok akademisyen, aydın, entelektüel ve amatör okurun muhayyilesini fazlasıyla meşgul etmiş ve etmeye de devam etmektedir.
Genel olarak diğer metinlerinde ama özel olarak Günlük’ünde Türkiye’nin ruhunu oluşturacak pek çok gösterge ve özellik âdeta resmigeçit sunar: Batı dünyasından bütünüyle farklı, irrasyonel, çocuk kalmış bir millet, olayları ve dünyayı mucizelere bağlı, “myth”lere bağlı bir şekilde yorumlayan, içinde düşünenin fark etmediği bir humor olan saf görüşe sahip, bütün işlerinde yarım yamalaklık olan, kötülüğü dile getirmenin muhalefet yapmak olduğunu sanan, çocuksu gurura sahip, toplumcu olanların da çoğunun küçük hesaplar peşinde ve burjuva hizmetinde olduğu, iş dünyasında genellikle kolaya kaçtıkları için üretimin renksizleştiği, görünüşteki sıcaklığa rağmen öteki insanlara karşı katı ve insafsız, ancak kötülükleri sürdürmede de tutarlılık gösteremeyen, Batı’dakinden başka türlü bir matematiği olan, insanı ciddiye almayan, düşüncesi her türlü eleştiriye kapalı, üretimde taklidin egemen olduğu, her türlü sosyal kurumun askerlik için araç görüldüğü, Batı’ya olduğu kadar Doğu’ya da kapalı, korkunun ve korkutmanın her şeye hâkim olduğu bir sistem ya da korku örgütlenmesi... Hayatı zehir etmekle isyan ettirmemek arasında kurulan gevşek müeyyideler örgütlenmesi… Suça herkes dahil edilsin diye uğraşılıp kimsenin kimseye hesap soramadan geçen günlerin örgütlenmesine karşı tek suçun, en büyük suçun, suçun peşine, gerçeğin peşine düşmek, oyunu fark ettiğini belli edenlerin cezalandırıldığı bir düzenin ebed müddetliği…
Diğer taraftan Türk milletinin ya da halkının evrensel olduğunun, kimseye düşman olmadığının, kendisine sahip çıkacak aydını beklediğinin, Türk aydınının halkına yabancılaşmasına rağmen dünyayı tanımak istediğinin, Batı’nın değerlendirme (mukayese) yaparken bizim sevdiğimizin, barbar ve geri kalmış kabul edilmemeyi hissetmek için Batı’ya (sanki gereksiz) bir şekilde karşı çıktığımızın, bu nedenle dünyayı sevme evrensel özelliğimizi bilmeden baltaladığımızın ve bu baltalamayı yaparken farkında olmadan Batı’yı taklit etmeye çalıştığımızın, bu nedenle nihilist ve ülkesine yabancı aydınlar yetiştirdiğimizin, sosyal sloganların da bayramlar gibi anlamını kaybettiğinin, toplumcu aydınların da halkı kitaplardaki teori ve veriler gibi gördüğünün, bu aydınların halkın gerçekliğini doğrudan kavramaya yanaşamadığının, yanaşmaktan korktuğu için burjuvalaşmaya çalıştığının, bu nedenle şehirli aydın gibi köyden çıkan aydının da köklerinden koptuğunun, ilerici ve gerici akımların kutuplaşmasından doğan tekellerini elinde tutan yarı aydın çetesinin oynadığı oyunun fark edilmemesi için bezirgân oyunlarıyla ayakta durmaya çalıştığının ve haksız olarak gaspettikleri yerlerin gerçek sahiplerini beklediğinin resmini ve daha çok da hissiyatını verir Atay.
Ve uyarır: “Halkın evrensel ruhuna inanan, onu derinliğine tanımaya çalışan gerçek bir aydın topluluğu bu kültür gangsterlerinin yerini almazsa toplumun [ve] çağın çok gerisinde kalacaktır Türk edebiyatı.” Aydın olarak geçinenlerin umumi manzarası ise şöyledir: “İlericiler, yerlerinde kalmak için değil, namuslu bir sosyalistin, sahtekâr bir bezirgânın yapmayacağı oyunlarla uğraşırlar, kendilerini övenlere pay verirler. Ne yazık ki halkın değerlerine sahip çıkmaya çalışanlar da –kendilerine bir isim vermedikleri hâlde– gerici ya da sağcı denilen ve Orta Çağ'ın karanlığında yaşayan zavallılardır.”
Daha da üzerinde durulabilecek bu ifade ve göstergeleri uzatmaktansa mümkün olduğu kadar birkaç kavrama veya sıfata indirgemek ve onlar üzerinde düşünmek daha doğru olacak gibi görünüyor. Çünkü bugüne kadar bu ifade ve göstergelerin sıralanması ve ele alınması edebiyat araştırmacıları tarafından fazlasıyla yapıldı. Bu özellikler bir potaya döküldüğünde, özcülüğe varmayacak şekilde elde ne kalır, nasıl bir manzara ve duygu verir bize? Ve eğer elde edebilirsek bu manzara ne işimize yarar bizim? Ya da yarar mı? Bu bağlamda aşağıda mesele edilecek husus bunlar olacak.
(…)
Özellikle yukarıda birbiri ardı sıra verilen ifadelerden hangisine odaklanılırsa o yönde bir ruh (Türkiye’nin ruhu) inşa edilebileceği zaten açıktır. Öyle ki, bu ifadelerden yola çıkarak birbirine zıt ruhlar bile yaratılabilir. Bunların hepsi mümkün. Türkiye’nin ruhu üzerine kim ne söylerse söylesin sanki bir çeşit tutturma gücüne de erişiyor gibi.
1. Oğuz Atay, Günlük & Eylembilim, İletişim, İstanbul, 1995, s. 122.