Annesi su perisiydi. Yunan Mitolojisinden Naiad diye bildiğimiz, çeşmelerde, havuzlarda, derelerde, göl ve denizde yaşayan, hâsılı nerede su varsa orada bulunan kızlardandı…
Babası Kral İkaros’tur; azıcık sert bir baba…Periyle evlenen kral, karısı habire doğurup ortalığa bir sürü kız, hepsi de su perisinden olma çocuk peydahlayınca ayak altında fazla dolaşmasınlar diye onları teker teker suya attı; boğulup ölsünler istedi. Oysa kızlar, suda ölmek şurada dursun, hayat bulan cinstendir. İkaros’un suya fırlattığı kızlarından birisi de Penelope’dir. Sonradan İthaca Kralı Odysseus’un sâdık ve sabırlı karısı olacak kız…
Penelope, elbette suya atılınca boğulmadı, aksine yaşadı. Kocasına sâdakat gereği sonradan trikotajcı bile oldu…İşte hikâyatı:
Penelope’nin romanını bir erkek yazmamalıydı; salt bir kadın yazara aittir bu ayrıcalık…Nitekim öyle oldu.
Kanadalı yazar Margaret Atwood, kadın olmaklığını kullanarak, Penelope üzerine yazılabilecek en güzel romanı, anlatıyı kaleme aldı… Sayfalarını çevirmeye başlarken, Kral Ikaros’un kızlarını birer birer feda ettiğini okurken, neyse ki Titan tanrılardan Cronus gibi çocuklarını, en azından yemeye kalkışmadığı için tiksinti duymayız; Rubens‘in meşhur klasik tablosu aklımızdan bir gölge gibi geçiverir o ânda… Penelope suda şamandra gibi yüzen cinstendir, su perisidir, boğulur mu hiç!
Tekrar hayata döner, büyür, babası kızlarını suya kurban edemeyince onları birer birer evlendirip başıdan savar.Penelope’un kısmetine, görücü usulü bir evlilikle, tarihin gelmiş geçmiş en meşhur ve fakat en kadim serüvencisi Odysseus düşer. “O zamanlar böyle yürürdü işler: Evlenmek söz konusu olduğunda her şey ayarlanırdı. Geriye de çeşitli biçimlerde yapılan çiftleşmeler kalırdı – ırzına geçme ya da baştan çıkartma, gönül ilişkileri veya çoban olduğunu söyleyen tanrılarla veya tanrı olduklarını söyleyen çobanlarla bir gecelik birleşmeler.” [Atwood, Penelope, s.29]
Penelope’nin ağzından anlatılan hikâyesiyle anlıyoruz ki, kocası olacak Odysseus‘u ilk gördüğünde onun kısa bacaklı, paytak bir ördek gibi yürüyen, ancak geniş göğüslü ve tabii pazulu bir genç erkek olmasına tutulmuştur, evlenmeye karar verir; gideceği yer, Yunan anakıtasından epeyi uzakta, Akdeniz’in ortasındaki İthaca adasıdır. Düğün gecesini; “Böylece bir et paketi gibi Odysseus’a teslim edilmiştim. Unutmayın, altına sarılı bir et paketi. Bir tür yaldızlı kan muhallebisi…” [s.41] diye anlatır Penelope…
Gelin alayı yola çıkarken Penelope yaşmağıyla yüzünü kapatmış, buysa halk arasında ‘Aman da ne namuslu kız, bir tarafını dahi göstermiyor‘ diye pek sükse yapmıştır. Oysa Penelope yaşmağını örtmekle, “….kocamı arzu ettiğimi dile getiremeyecek kadar iffetli olduğumu, bu erdemimi anımsatması için heykelimi diktikleri söylenir. Söylentide gerçeklik payı yok değil! Ancak yaşmağımı indirmemin nedeni güldüğümü gizlemekti. Öz kızını denize atmış bir babanın aynı kızının ardından koşarak ‘Benimle kal!’ diye dil dökmesi gülünesi bir sahneydi.” [s.48] diye gerçeği okuruyla paylaşır; babasına kırgındır.
Düğün gecesi babası Ikaros’u dahi sarhoş edene kadar şarap akıtılır sofralarda, fakat Penelope dikkat kesilip anlar ki, orada tek küfelik olmayan kocasıdır, zira “Odysseus, kafayı bulmuyordu. Ağzına içki sürmeden çok içiyor izlenimi yaratmakta ustaydı. Sonradan bir erkeğin aklı varsa balta ya da kılıç gibi her an kullanmaya hazır ve tetikte tutmalı dedi bana. Bir tek aptallar içtikleri içkiyle böbürlenir, diye belirtti. Kim daha çok içecek diye yapılan yarışlar savrukluğa ve zihinsel yeteneklerin kaybına yol açardı, düşman böyle anlarda saldırıya geçerdi.” [s.43] diye not ettiğine bakarsanız Penelope’nin kocasını haklı çıkarmaktadır.
Sonra sıra gerdeğe gelir; Penelope bu ilk birleşmesinden pek mutlu çıkar, her gece bunu arzular. Oysa hizmetçileri ve çevresindeki tüm dişiler, ona, “…. gelin odasına girer girmez, bir sabanın toprağı yarması gibi ikiye ayrılacağını, canının çok acıyacağını ve bunun ne kadar onur kırıcı olduğunu anlatmayı iş edinmişlerdi” [s.45] Oysa öyle olmayacak, aksine sert mizaçlı Odysseus’un tatlı ve iknâ edici yanıyla ona yaklaşması sonucunda canı yanmak şöyle dursun, üstüne hoşnut bile kalacaktı. Zaten su perisi olan annesi de ona şöyle öğüt vermişti ki sadece gerdek gecesi değil, hayatının tamamında bu salığı kullandı; yaşamsal ilkeleri bu sözde aradı:“Su direnmez. Su akar. Elini içine daldırdığında, seni okşadığını hissedersin. Su kaskatı duvara benzemez, geçmene engel olmaz. Ne ki, su hep yolunda akar, hiçbir şey ona karşı koyamaz. Su sabırlıdır. Damlayan su taşı deler, geçer. Unutma yavrucuğum! Bir yarım tarafın su senin, aklından çıkarma bunu…
Bir engeli aşamazsan, çevresinden dolaş. Su öyle yapar!” [s.45]Penelope su gibi engelleri aşarken, bir iknâ ustası olan Odysseus da masal tadındaki diliyle genç kızı hayatı boyunca kendisine bağlı bir kadına çevirdi; becerikli koca çıktı. Zaten sanmam ki, dünyada, bugüne kadar Odysseus’a gıpta etmeyen evli erkek olmasın! Odysseus bir kere gür ve boğuk sesiyle dinleyeni etkiler, anlattıklarıyla baş döndürür, herkesin aklını kolayca çelerdi; tarihin ilk Makyavelistlerinden olsa gerek, icap edince yalana başvururdu. Penelope sırlarını açarken, Odysseus’un, “ işini bitirdikten sonra sırtını dönüp horlamaya başlayan erkeklerden olmadığını” ağzından kaçırıverir; “Hoş, erkeklerin böyle alışkanlıkları olduğundan haberdar” da değildir, nereden bilsin, sadece başka kadınlardan duymuş olmalıdır…
Penelope güzel miydi? Antik dönemi resmedenlere bakılırsa çehre züğürdü değildir ve pek evcimen bir kadın olduğundan vücudunu da seksapel göstermezler; lâkin çirkin de değildir. Penelope, öyle attığı adımla arkasından baktıran kadınlardan sayılmaz fakat bütün bütün görmezden gelinemez. Anlattığına göre fakat kuzeni, baştan çıkarıcı, serazatta en önde giden, dünyanın gelmiş geçmiş en güzel kadınlarından birisi olan, kösnül Truvalı Helenkadar değildir…Helen’in Sparta Kralı Menelaus‘la evliliği zinayla bozulacak ve bilirsiniz Helen bir gemiciyle kaçacak, bir kadın yüzünden, inanın ya da inanmayın, sonra tarihin o meşhur savaşı çıkacaktır.Askerî devlet Sparta’nın Kralını aldatmak ha!
Helen’in yaptığını, cami duvarını pisleten eceli gelmiş bile yapmazdı! Hâtıralarınızda olmalı ki, bilirsiniz, Odysseus Truva’ya savaş açan Sparta Kralı ve avenüsü, öteki hempaları kralların kapısına dayanıp onu da savaşa davet etmeleri karşısında bir süre ayak direr, kırlara çıkıp deli rolü oynar, sanki aklını yitirmiş gibi davranır. Henüz bir yaşına gelmiş erkek evlatları Telemakhos’u geride bırakarak istemediği bir savaşa gitmemek üzere türlü numaralar yapar; aktörlüğü de iyidir hani, lâkin ne yapsa kandıramayacaktır kapıya dayanmış öteki kralları…
İstemeye istemeye savaşa gider. Odysseus olmaksızın Truva savaşında galip gelemeyeceklerini bilir diğerleri. Nitekim kentin ele geçirilmesinde tahta at tuzağını da bulan Odysseus’tur; fakat bu ayrı bir hikâyenin mevzudur, biz lafımızın dümenini kırmayalım.Velhasılı onsuz olunamayacağı bilinen İthaca kralını bir ufarak donanmayla halkı limandan uğurlarken, artık yeni rolüne hazırlanmış Odysseus’un yüzünde bir gurur ifadesini Penelope hemen sezer:“Vazgeçilmez olma fikrinin gurur okşayıcılığına hangimiz dayanabilir ki? ”[s.70
Odysseus’un ölümsüz bir kahraman gibi savaşın hitamından hemen sonra geri dönüşünü uzatıp, âdeta denizlerde kaybolmuş gibi evine, sarayına, İthaca’ya varışı tamı tamına yirmi senelerini alıyor. Onun gibi cin fikir, cesur, akıllı ve yürekli birisi, yirmi sene denizlerde sürtmeyi, kayboldum demesini gelsin de bugünkü neslin kül yutmaz okurlarına anlatsın! Fakat Peneleope, kocasının ölmediğine bir gün geri geleceğine duyduğu itimatla onu bekleyecek, sarayında oğlu Telemakhos’u birbirinden güzel on iki hizmetçisi ve zamanında Odysseus’u da bakmış yaşlı ve bilge dadı Euryleia ile büyütmeye devam edecektir.
Penelope’un sabırlı bekleyişine kocası hakkında türlü rivâyetler eşlik eder; kimisi kötücül sözlerdir, kimisi umut verir. “Elinizde başka seçenek olmadığında uydurma olduğu apaçık belli olan sözler bile avunç kaynağıdır” [s.74] ve Penelope ümidini yitirmeden beklemeye devam eder.Ancak yıllar geçtikçe ortalıkta görünmeyen, neredeyse gaipliğine karar verilecek olan Kral Odysseus’un dulluğu belirsizleşmiş eşiyle evlenmek, böylece krallık iktidarına geçmek isteyen İthacalı ve hatta çevre krallıklardan soylu erkekler sarayın kapısından içeri adım atar; gelenek gereği saraya gelen her soylunun ağırlanması şarttır, o yüzden yan gelip bir odada konaklamaya, yiyip içmeye, sefa sürmeye pek çabuk alışır bu zoraki misafirler…
Her birini doyurması pek müşküldür; salt doyurmaca olsa yine iyi, hepsi genç erkektir ve Penelope kendisini onlardan korumaya çalışırken, emrindeki nedimesi 12 genç hizmetçi kızı onların erkekliğini yatıştırması için görevlendirir. Genç hizmetçilerin de galiba bu canına minnet olmalıdır, ki severek bu vazifede ihmal ve kusur eylemezler.
Sarayda vaziyet böyleyken böyledir ama Odysseus’un delikanlılık çağındaki oğlu Telemakhos öfkeden köpürür ve sadık köpeği de, bilirsiniz adını, Argos diş gösterip hırlar…Öte yandan Telemakhos’un hayatına göz dikip onu ortadan kaldırmakla Penelope’yi iyice çaresiz kılmak, böylece krallığı veliahtsız, mirasçısız bırakmayı da gizliden gizliye tasarlayacaktır saraya postu sermiş kötücül misafirler…Penelope için endişelenmeyin, kimi dedikoducu Yunanlara göre o bazı bazı hizmetçiler vazife ihmali ettiği vakit damat adayı genç erkeklerin odalarını ziyaret etmiştir diyenlere de hiç aldırmayın; biz namusuna kefiliz. Odysseus’un karısı bir ordu erkeğin arasında kalsa namusundan tenzilat yapmayan cinstendir.
Dilin kemiği yok; bir yalan uydurur hepsine, elindeki işlediği dokuma bezinin tamam olduğu gün bu genç damat adaylarından birisini seçecek, onunla evlenecek ve Odysseus’un tahtına oturmasına izin verecektir; hiç olacak şey mi!
Böyle bakınca, Penelope’nin kriz yönetmekte usta bir siyaset kadını olduğuna hükmetmek gerekir; sürüncemeye bırakılmış ve çözülmemiş sorunların idaresini iyi bilir…
Yüzlerce damat heveslisi sarayda püfür püfür denize nâzır, yan gelip keyif çatarak o beklenen düğün ve gerdek gecesinin hayaliyle zaman geçirirken, Penelope’nin elindeki dokuma bir türlü bitmez; sonlanmaz bir dokumacılık işidir bu! Zira gün boyu tezgâhında dokuduğunu gece karanlığında söker, sabahleyin tekrar dokumaya başlar… Kurnazlığı fark edilene kadar bunu yapacaktır yapmasına, fakat talih Odysseus’u nihayet geri getirince kapısına, buna son verir. Kocasının yaşlı bir dilenci kılığında saraya adım atmasıyla ortalık kan gölüne dönecek, kimselerin kas gücüyle geremediği yayına yerleştirince oklarını teker teker davetsiz ve karısına-tahtına göz dikmiş râkiplerini öldürecektir.“
Odysseus’un yoksul bir dilenci kılığına girip kazandığı kavga onu olması gerektiği yere, yani Penelope’nin -bir ayağı kutsal zeytin ağacının kökü olduğu için asla yerinden oynatılamaz olan- yatağına, İthaca’nın tahtına yeniden oturtacaktır.[Jean-Pierre Vernant, Eski Yunan’da Söylence, İmge Kitabevi, s.72]
M.Atwood’a bakarsanız Odysseus kösnül damat adaylarının ateşini alıp hızını kesmek için – tabii karısı Penelope’nin izniyle– seve seve yataklara giren on iki hizmetçi kızı da ipe çekmiştir. Zira geride kirli pasaklı bir şey bırakmak istemez, Odysseus…Fakat denizlerde aşna fişne yapıp fink attığı yirmi yılın hesabını da vermez, üstüne sünger çekilsin ister.
Penelope’ye bir güzel yalanlar söyler; güyâ büyücülerin seksi tanrıçası Kirke ve sonra bir başka deniz perisi güzel Kalipso ile yıllar süren sevişmelerinde bile hep karısı burnunda tütmüştür.
“Genelev patroniçeleriyle orospuların değil de canavarlarla tanrıçaların yer aldığı soylu öyküler…” [s.141] anlatır karısına… Üstelik akşam da olmuştur; Penelope kocasına tekrar ısınır, sokulur; rahatlamıştır, tekrar cinselliğini sunacaktır, “Havanın karardığına sevinmiştim, karanlık ikimizin de kırışıklıklarını örtüyordu” der…
Yirmi yılın hırsıyla Penelope sevişirken, bir yandan kocasına, hiçbir erkeğe yan gözle dahi bakmadığına dair yemin eder, fakat gelgelelim romanın yazarı Atwood buna pek kulak asmaz, inanmaz görünür:“İkimiz, kendimizin de kabul ettiği gibi, eskiden bu yana usta ve utanmaz yalancılardık. Acaba birimiz ötekinin söylediği söze inanıyor muydu? İnanıyorduk elbette… Ya da birbirimize öyle diyorduk!” [s.142]Gelgelelim, onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine diyerek bir masalı sonlandıracak değiliz. İstitrat [bana kalırsa; lafı gezdirip dolaştırma, edebiyatta ise kulağını tersten göstermek] sanatını pek seven muharririniz der ki, işte Penelope’nin yaptığı işin benzerini 1789 Fransız İhtilali yıllarında Parisli sans-culottes‘ların, halkın her kesiminden meydanlara çıkmış kadınların ellerinde örgü şişi, etek ceplerinde bir kırmızı yumak yünü taşıyarak sergilediğine tarih bir kez daha şahit olmuştur.
Hemen her gün giyotin çalıştıran, bu vesile cellatların kesesini doldurup yüzlerini güldüren idam cezalarının sahnelendiği meydanlara gelen bu kadınlara Trikotajcı- Tricoteuse deniyordu.Soğuk kanlı bir yüz ifadesiyle, ellerindeki şişe takılı düğümcükleri saymakla meşgul görünen bu kadınlar ihtilalin kanlı suratını maskeliyordu. Ördükleri şey hep aynıydı, aslına bakılırsa: Phyrigan [Frigyalıların] beresi … İstitratta hızımızı alamayıp Frigyalıların, sonraki yüzyıllarda özgürlük ve direniş gibi kavramlara sembol olduğuna ait hikâyeye dalarsak, bu sayfaların eni konu sonunu getiremeyeceğimizden, bu zahmeti okura bırakırız.
Lâkin tricoteuse’ler, mahkeme duvarı gibi buz maskeli yüzleriyle işi ileri götürüp, ihtilalin Danton‘lu, Robespierre‘li ve hatta Marat‘lı meşhur meclisinde dinleyici koltuklarına kadar taşımışlar, oralarda hababam de babam yün bere örmüşlerdir. Frigya berelerini de sokaklarda çatışmaya çıkmış ihtilalcilere sevabına dağıtmışlardır.Bir fark var ki, Paris’in Tricoteuse kadınları ne kadar hâl artığı çürük zerzevat suratlıysa, güyâ kayınpederine cenazesinde kefen bezi örmeye kalkışan ve bunu damat adaylarına yutturan Penelope’nin, sonradan klasik dönem ressamlarınca çizildiği gibi, yüzü de ter ü taze bir gül nihâle yaraşır gibidir; pek ay yüzlüdür, canım!
* Bu yazı yazarın isteğiyle yayımlanmış ve ilk olarak www.mesele121.org sitesinde yer almıştır.