*Bu yazı https://acikgazete.com'da yayımlanmıştır.
Reşat Nuri Güntekin’e yapılan en büyük kötülük, onun eserlerinin Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu kararınca tüm talebeye tavsiyesinden bir yarar beklemektir. Kaş yaparken göz çıkarmak, işte buna denir. Orta eğitimde öğretmenlerin de işine gelmiştir; suya sabuna dokunmadan, başına yok kovuşturmadır, soruşturmadır diye iş almadan devletin onayladığı bir romanı öğrencisine veriverir.
Talebe bunu okur mu, güya okur; anlar mı, bilinmez. Reşat Bey rahmetlinin eserlerini ödev mecburiyetiyle okutmaya kalkışmak, farkında olmaksızın, ona yapılan kötülükten sayıyorum.Pek çok talebe, mecburiyetten okuyup bir köşeye bırakmıştır romanlarını. Oysa Türk romancılığının şâhikasıdır Reşat Nuri…
Ödev yükümlülüğüyle yalap şap okunmuş, birbirinden kopya çekilerek yapılmış ödevlerle baştan sağma anlaşılmış, o nedenle kitapları çok satmış olsa bile değeri ancak televizyon dizilerinde parasal karşılığıyla hatırlanmış bir romancımıza dönmüştür.
Reşat Nuri bunların ötesinde bir değerdir.
Reşat Nuri, başımızdan ve ekranlarımızdan eksik olmasınlar, televizyon dizileri, bilhassa Çalıkuşu ile en azından son zamanlarda kolayca tanınır oldu. Lakırdı gelir, söz sözü açar, ¨Çalıkuşu’nu okuduysanız işte bu Zeyniler Köyü, o köydür, hani Uludağ’a yaslanmış o yemyeşil huzur!¨ dersiniz, karşınızdaki okumamıştır ama ¨Dizisini izlemiştim¨ diye cevap alırsınız; aldınız mı ağzınızın payını!
Reşat Beyin ilk romanı Çalıkuşu 1922’de yayınlanmıştı. Ardından on dokuz roman, sekiz ciltte toplanmış hikâyeler, ki hepsi birer şahaserdir, on yedi tiyatro oyunu, Fransızcadan yapılmış çeviriler ve gezi notlarıyla Türk edebiyatında, yazın dünyasında unutulmaz bir isim oldu. Türk romancılığının erken Cumhuriyet döneminde ayaklanışı ve eğer bir Türk Aydınlanması söz konusu ise, bana göre adı anılacak iki isim var: Birisi Reşat Nuri Bey, diğeri ise şimdi şaşıracaksınız ama bir kurum olarak Varlık Yayınları’dır.
Reşat Nuri’nin ¨Çalıkuşu¨ eserinin cılkını çıkaran televizyon yapımcılarını Atatürk hayatta olsa ne büyük teessüfle karşılardı diye düşündüğüm de olmuyor değil. Gazi’nin, 1922’de basılmış bu romanı Kurtuluş Savaşı’nın en civcivli zamanlarında yanından eksik etmediği, gece çadırına çekilince başucunda tuttuğu söylenir. Çalıkuşu’ndan sonra ¨Gizli El¨ başlıklı bir roman daha gelir; velut bir yazardır Reşat Nuri. Bir yandan öğretmenlik, sonra eğitim müfettişi olarak çıktığı Anadolu
gezileri, 1939’da Çanakkale mebusu olarak biraz da kerhen siyasete girişi, ardından UNESCO’da kültür elçisi olarak bulunduğu yılların arasında bunca şeyi yazdıysa, erken yaşında hayata veda eden romancımız, bir ömre sığdırdıklarından daha fazlasını yaşamış olaydı muhakkak bizlere sunacaktı.
Reşat Nuri’nin büyük realist dünyasında romantizmin yapı taşları apaçık görülür. Tam bir burjuva romancısıdır, Batı tarzında romandan ne anlıyorsak işte o! Bireyin zihin haritasında onunla yan yana yürür; roman kahramanları içinden konuşur, dışından yüksek sesle anlatır, yine onlar tasarlar ve eyler. Biz hepsinde insan denilen şu biricik varlığın hatalarını, eksiklerini, hatta paçasından zavallılık akan nice karakterleri tanırız. Reşat Nuri’de roman kahramanları hatalarını en sonunda anlayan, hisseden ve itirafa mecbur kalmış, yalnızlığın bunaltıcı, insanı kemiren sessizliğini yaşayan bireyleridir.
Türk romancılığının 3 Kemal’inden Kemal Tahir’in bir dost meclisinde anlatırken ağladığı Züleyha isimli genç kadın, ¨Eski Hastalık¨ romanında, o dikbaşlı ve mağrur inadının neticesinde artık yalnızdır. Onu seven ve her tür fedakârlığın hazırlığındaki eşinden, masaldaki isimlere benzercesine, Yusuf’tan kendini inatla ayırmış, bir güney ilindeki istasyondan bindiği trende yaptığı büyük hatayı işte o an anlamıştır. Fakat İstanbul yolculuğunu bırakıp geri dönecek tâkatı olmadığından, yemekli vagonda çalan kampananın sesini duyunca, oturduğu yerden kalkmadan evvel çantasından aynasını çıkarıp ıslanmış rimellerini düzeltmiş, yeni başlayacak ve arkası bilinmez bir hayata adım atar gibi ayaklanıp yemekliye gitmiştir. Züleyha sonra ne yapmıştır, bilemeyiz; bilmemiz de gerekmiyor. Onun boşanma ve yalnız yaşama inadını itiraf etmesi yeterliydi.
Züleyha’nın pişmanlığına benzer biçimde, ¨Damga¨ romanında, yıkılan bir devletin enkazını üstünde taşıyor gibi yaşamış bulunan İffet isimli erkek kahramanın, biz kitabın kapağını kapatırken, âdeta fısıldarcasına kulağımıza söylediği şu sözü hiç unutamayız. Öyle ki, kendi hayatlarımızda böylesi hatalar yapıp yapmadığımızı sorgulamaya cesaret edemeden, omuzlarımıza çöken ağır duygularla romanı şöylece dizlerimiz üzerine bırakıp biraz geçmişimize dalarız.
İffet, kısacık ömrünün, biz romanını okuduğumuzda kapanan safhasına kadar sürmüş hikâyesini naklettikten sonra, Hayatımı bir vehme kurban etmiştim, der, romandan çekilir gider, fakat bu söz kulağımıza küpe olur.
Vedia isimli bir evli kadına duyduğu aşkın ele geçmemesi için kendisini feda eden, bir tür Sefiller’in ünlü Veljean karakteri gibi damga yemiş bir zavallıdır İffet; oysa Abdülhamid’in değerli paşalarından Halis Paşa’nın evlatlarından ikincisidir, saltanat devri sürseydi iyi kötü varsıl bir hayat yaşayacaktı.
Ne ki, İttihat ve Terakki’nin, 1908 Meşrutiyeti ilan edilişinden sonra Midilli adasına sürdüğü paşa babasını yalnız bırakmayıp onunla aynı kaderi paylaşacak kadar içli, hassas bir çocuktur; ailenin yıkımı onu da ruhsal olarak perişan eder. Sonrasında İstanbul’a döner, sonradan görme bir zenginin yalıda oturan çocuklarına ders vermeye başlayacak, iyi kötü hayatı tam yoluna girerken, çocukların annesiyle, gölgesini peşinde sürükleyerek yalıda gezinen mutsuz ve bahtsız bir kadınla, Vedia’yla yasak bir aşkın içine sürüklenecektir.
Bir gece buluşmasında yakalanacakları sıra Vedia’yı kurtarmak üzere kendisinin oraya zamansız gelişini hırsızlık etmek için tasarladığını söyler; âşığını kurtarır, kendi tutuklanır. Kısa bir hapis cezası ardından o sefil hayatına başlar. Pek çok ayakta kalma mücadelesinde, hatta ekmek parasına muhtaç kaldığı günlere rağmen iffetinden, doğruluk ve ahlakından zerre taviz vermeyecektir. Vedia’yla bir daha görüşmezler, nihayet onu bir gün Haydarpaşa Tren Garı’nda görür, karşısında yıpranmış ve artık o aşktan geriye izler de bırakmamış bir başka kadın vardır. Vedalaşırlar, roman biter, İffet hayatını bir kuruntuya-vehme kaptırmıştır.
Biz bunu Yakup Kadri’nin 1956’da yayınlanmış ¨Hep O Şarkı¨ başlıklı romanında da okuruz. Bu kez, yine Abdülhamit döneminin bir paşasının kızı, Münire aynı sözleri, başka kelimelerle söyleyecektir. Hayatını roman okuyarak geçirdiğini söyleyen Münire, genç kızlık aşkı olan kuzeni Cemil Bey'in askere gitmesiyle onun gelişini beklemeye yeminli kalır; pek çok ruh acıları çekerek artık orta yaşlı bir kadın olduğunda Cemil Bey geri dönmüştür, fakat o artık eski Cemil değildir. Sünepe, yorgun ve bakışlarında korkudan başka bir şey kalmamış bir acuzedir. ¨Keşke, 25 yıl evvel buradan son çıkıp gittiği gün yok mu, işte hep o hali, heyetiyle kalsaydı. Bu bana yeterdi, ölünceye kadar sevmek için…¨ diye hüzünle tamamlar Münire; İffet’in hayatını bir hayale adamış olması gibi…
Reşat Nuri’nin roman kahramanlarının yaralanmış ruhlarını anlamak için tıpkı, Servet-i Fünûn dergi çevresinin şairlerinden Ahmet Haşim’in, ¨O Belde¨ şiirindeki veciz sözü ¨Melali anlamayan nesle âşina değiliz¨ sözünü ezberimizde tutmamız gerekiyor. Gönül kırıklığını anlamayan sertleşmiş nasıra benzer yüreklerin işi değil bu!
Diyeceğim o ki, roman kahramanlarının zihin labirentlerini çözmek uğraşısı olan roman okuyuculuğu nihayetinde bir kitap okuma çabasıdır. Yine Reşat Nuri’nin ¨Kavak Yelleri¨ başlıklı bir başka romanında, kendi kendini sürgün ettiği bir taşra kasabasında hekimlik yapan Dr. Sabri Beyin, eşinin ölümünden sonra can sıkıntısını gidermek üzere kitaplara el atmasının da beyhude olduğunu görürüz.
Sabri Bey, diyor ki ¨Kitap okumanın da çalgı çalmak gibi bir şey olduğunu anlıyordum. Yani öğrenmek lazımdı.¨
Bu kitap okumayı öğretmek işi, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu kararlarına göre pek olmuyor; bugüne kadar olmadı.
Adının anlamıyla örtüşen bir hayata sahip olmuş İffet Bey’in hüzünlü hikâyesini okuyup, ¨E, ne olmuş yani!¨ diyecek olduktan sonra ha okumuşsun ha okur gibi yapmışsın. Okumayın daha iyi, bırakın İffet’in o son sözünü yüreğinde taşıyacaklara kalsın bu zahmetli iş.
Siz açın televizyonu, bakın orada ¨Dudaktan Kalbe¨ oynuyor, beğenmediyseniz ¨Kavak Yelleri¨nin dizisi de var.