Dünyayı yoran ve zıvanadan çıkaran pek çok sebep var. Muktedirlerin yarattığı acımasız iklim, toplumsal adaletsizlikler ve kalabalıkların yalnız bırakılması, bireyleri deliliği bir kaçış ve direniş biçimi olarak benimsemeye zorluyor. Bu delilik, yalnızca bireysel bir çöküş değil, aynı zamanda toplumsal düzenin haksızlıklarına karşı bir başkaldırı. Shakespeare'in trajedi ve komedilerinde deliliğin sahnedeki yeri, Foucault’nun “iktidar” ve “delilik” kavramlarını ele alışı bu durumu pekiştirir.
Türk sineması, deliliği hep patolojik bir başlık altında ötekileştirse de delileri gülünç olarak sunmayı hep sevmiştir. Türk sinemasında kadınlar, genellikle delilik üzerinden temsil edilir. "Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü?" filminde Ezel Akay, iktidarın kurbanı olan iki komik karakterin trajikomik hikayesiyle deliliği işler. Zeki Demirkubuz’un "Masumiyet" filminde ise kadın karakterlerin toplumun beklentilerine karşı nasıl deliliğe sürüklendiği çarpıcı biçimde ele alınır. Ertem Eğilmez’in "Canım Kardeşim" filminde, bir çocuğun hastalığı ve ölümüne tanıklık eden karakterlerin çaresizliği, toplumsal normların dışına çıkışı ve delilik haliyle anlatılır. Bu filmlerde delilik, hem bireysel bir trajedi hem de toplumsal eleştiri aracı olarak kullanılır.
Gilbert ve Gubar'ın "Çatı Katındaki Çatlak Kadın" kitabı, kadın yazarların 19. yüzyıldaki edebi tahayyülünü ele alarak, edebiyat tarihini feminist bir bakış açısıyla yeniden yorumlamayı amaçlar. Bu eser, edebiyat evinin çatı katına kapatılan kadınları keşfederek, kadınların edebi alanda maruz kaldıkları baskıları ve bu baskılara karşı direnişlerini ortaya koyar."Pen is penis" saptamasından yola çıkan yazarlar, eril özgürlüğün kadın yazarların pahasına nasıl sağlandığını gözler önüne serer. Ancak Spivak'ınyerinde tespitiyle, bu eser, batılı orta sınıf heteroseksüel kadın özgürlüğünün sınıfsal, ırksal ve sömürgesel bağlamlarda madun olan öteki kadınların pahasına olduğunu göz ardı eder. Buna rağmen, bu alandaki ilk denemelerden biri olarak önemli ve etkileyicidir.
Gogol'un "deli"sinden yola çıkalım dersek sanırım "Bir Delinin Hatıra Defteri" üzerinde konuşmak yerinde olacaktır. Gogol’un “Bir Delinin Hatıra Defteri”nde, Aksentiy İvanoviç Poprişçin, sıradan bir devlet memuru olarak başladığı hayatında, toplumsal hiyerarşinin ve statü arzusunun labirentinde kaybolur. Poprişçin’in deliliğe giden yolu, aslında toplumun kabul gören “normal”ine karşı bir isyanın trajikomik hikâyesidir. Gogol, bu karakter aracılığıyla, Rus bürokrasisinin insan ruhunu nasıl öğüttüğünü gösterir.
Poprişçin, kendi küçük dünyasında büyük hayaller kurarken, gerçeklikten kopuşu ve kendini hayali bir krallığın kralı ilan etmesi, toplumun sıkıcı normlarına karşı bir başkaldırıdır. Normal diye dayatılan değerlerin absürtlüğünü gözler önüne sererken, Poprişçin’in trajikomik halleri, okuyucuyu güldürürken düşündürür. Bu delilik, sadece bireysel bir çöküş değil, toplumsal düzenin saçmalıklarına karşı sessiz bir protestodur.
Gogol, mizah ve trajediyi ustalıkla harmanlayarak, okuyucuya deliliğin hem acı dolu hem de gülünç yanlarını gösterir. Poprişçin’in hikâyesi, bireyin toplumsal sistem içinde kaybolmuşluğunu ve kendine yabancılaşmasını simgelerken, Gogol’un karakter gelişimi ve psikolojik derinlik konusundaki ustalığı, eserin evrensel ve zamansız bir yankı uyandırmasını sağlar. Bu eser, normallik kavramına eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşarak, bireyin deliliğini, toplumsal düzenin adaletsizliğine karşı bir isyan olarak resmeder ve okuyucuyu toplumun katı normlarına karşı sessiz bir direnişin tohumlarını ekmeye davet eder. Sevilen, rağbet edilen ve "gülünç", eğlenceli görülen "delilik"in edebiyatımızdaki tezahürü meseleyi bir "nesneye" dönüştürmüşse de "kadın"ın temsiliyle birlikte daha "sahih" bir delilik algısı da görülmekte bugün. Halide Edip Adıvar’ın "Handan" romanında kadın karakterlerin melankolik ruh halleri ve toplumsal baskılarla başa çıkma çabaları öne çıkar. Nezihe Muhittin ve Halide Nusret Zorlutuna gibi yazarlar, eserlerinde kadınların içsel çatışmalarını ve delilik sınırındaki deneyimlerini işler. Bu deneyimler bir nevi erkek yazarların gölgesinde vücut bulur ilk safhada kuşkusuz. Cumhuriyet dönemi edebiyatında ise kadınların toplumsal rollerine ve bu rollerin getirdiği baskılara karşı duruşları delilik teması üzerinden ele alınır. Ancak bu yazarlar, eril bakış açısıyla kadınları genellikle “histerik” ya da “zayıf” olarak resmetmişlerdir. Kadın karakterler, erkeklerin yarattığı dünyada akıl sağlığını korumaya çalışan kırılgan varlıklar olarak sunulur.Çağdaş Türk edebiyatında Leylâ Erbil, Tezer Özlü ve Sevim Burak gibi yazarlar deliliği bir başkaldırı ve özgürleşme aracı olarak kullanır. Leylâ Erbil’in eserlerinde delilik toplumsal normlara karşı bir direniş biçimi olarak ele alınırken, Tezer Özlü’nün metinlerinde bireysel özgürlüğün bir ifadesi olarak öne çıkar. Sevim Burak’ın eserlerinde ise delilik ve yaratıcılık arasındaki ilişki sorgulanır.
Mine Söğüt’ün "Deli Kadın Hikayeleri" de bu bağlamda önemli bir yere sahip. Deliliği olumlayan ve "normal"i tartışan ve bir nevi yargılayan Söğüt, deliliği toplumsal ve bireysel baskılar karşısında kadınların verdiği bir yanıt olarak işler. Hikayelerinde kadın karakterler maruz kaldıkları şiddet ve baskılar sonucu deliliğe sürüklenir ve bu delilik, bir tür başkaldırı ve özgürleşme aracı olarak sunulur. Söğüt’ün hikayelerinde delilik, kadınların bastırılmış öfkelerini ve toplumun dayattığı normlara karşı duruşlarını simgeler. Kadınlar delilik aracılığıyla hem kendi benliklerini yeniden keşfeder hem de toplumsal baskılara karşı seslerini yükseltir.
Ez cümle; delilik yalnızca bireysel bir çöküş değil, aynı zamanda bir başkaldırı ve direniş biçimidir. Sinema, tiyatro ve edebiyatta delilik, toplumsal eleştirinin ve mevcut düzene karşı duruşun bir aracı olmuştur. Bu kaotik dünyada deliliğin yıkıcı ama bir o kadar da özgürleştirici yanını unutmamak gerekir. Delilik, bazen ağlanacak halimize gülmemizi sağlayan bir aynadır.