DUR BAKALIM
Pencereden dışarıyı seyrediyordu. Yürüyenler adım adım titrek bir sokakta belirsiz ayak izleri ile ilerliyordu. Nefrete ne kadar yakın olduğunu gördü. Gökyüzünün gözleri sarıdan siyaha, hava griden acı kahveye kayıyordu. Korkarak araladı pencerenin kanadını, son bir hamleyle yağmur sonrası kokuya, güneşin çizgilerinin ıslak ve titrek hafifliğine ve her şeyin çakır keyif gülümsemesine uzatıp ağzını derince bir nefes aldı. Dönerek pencere camındaki yüzüne, neye karar verdin, ne yapmak istiyorsun? diye seslendi.
Pencere camının ardındaki üzgün ve endişeli yüzü cevap verdi. Eksikliğini duymuşuz hep, eksikliğe şükretmişiz. Ne elde avuç ne avuçta el üstelik eksiklikten geremediğimiz için göğsümüzü hava bile eksik dolmuş ciğerlerimize dedi.
Odanın ortasında volta atmaya başladı. Tekrar yürüdü pencereye doğru. Akşamın alacakaranlığı çökmek üzereydi. Alabildiğine keskin, terk edip gitmeyen bir kötümserlik sarmıştı havayı. Saçak altından bir kuş fırladı gitti. Evle kötümser hava arasında derinden bir dağınıklık fark ettiğini söyledi pencere camındaki yüzü. Usulca halimiz hep mi trajik dedi.
Halimiz yüzü dökülmüş bir çocukla yürüyordu. Ve hangi soğuğa yetecekti yorganlar. Evde ve sokakta ısınan yoktu.
Gece epeyce ilerlemişti, ayağa kalkıp pencereden dışarıya doğru elindeki kadehi havaya kaldırdı. Şerefe dedi… Şerefin ne garip bir sözcük olduğunu düşündü usulca indirdi elini. Bu mahallede doğdum, bu sokakta çelik çomak, misket ve daha nice oyunları oynayarak büyüdüm. Bu sokak coşkusuyla, tahammülüyle, sevgisiyle hepimizi sarar sarmalardı. Düşmanlık yoktu, dedikodu yoktu, muhbirlik yoktu yalnızca sıcak sözlerimiz vardı üleştiğimiz. Silkerek omzunu olmazlandı bundan böyle şerefe sözcüğü çıkmayacak benim ağzımdan dedi. Pencere camındaki yüzü evet dedi. Devam etti. Sanki herkesin coşkusu, sevgisi, tahammülü rehin alınmış. Çırptırılmış su içerisinde boğulmak üzere.
Öfkeli bir hal takınarak camdaki yüze, sırtını dönüp yürüdü odanın içine. Dur bakalım dedi.
Evden çıkıp evine yüz metre uzaktaki durağı geçip bir sonraki durağa yürüdü. Kaldırımların dar olması sebebiyle karşıdan iki insan geldiğinde yola iniyor, onları geçtikten sonra kaldırıma tekrar çıkarak ilerliyordu. Önceleri pazar günleri gidip tavla dama okey oynadıkları kahve çoktan kentsel dönüşüm adı altında yağmalanmış, yerine ise çok katlı bir bina yapılmıştı. Cadde sağlı sollu neonlu ışıklarla süslenmiş, şehir ışık ve beton tarlasına dönüşmüştü. Eskiden caddeye çıkıldığında karşılaşılan on insandan en az beşi birbiriyle selamlaşırdı, şimdi ise yüzlerce insan birbiriyle karşılaşıyor ancak kimse kimseyle selamlaşmıyordu. İnsanın insana yabancılaştığı gün gibi ortadaydı.
Eskinin sıcak samimi bir o kadarda şamatalı sokağı caddesi yoktu artık.
Saat gece yarısına yaklaşmıştı, üşüdüğünü hissetti. Önceleri gittiği kahvenin yerine yapılan çorbacıya gitti oturdu bir masaya tam çorba isteyecekti ki polisler girdi içeri. Polisler genel bir arama için, herkes kimliğini çıkarıp beklesin dedi.
Çorbacı dükkânı dikdörtgendi giriş ise boydan boya camdı. Arka taraf mutfaktı karşılıklı uzunca iki duvar boydan boya ayna kaplıydı. Ayna boğazına kadar yüzlerle doluydu. Yüzlerde güz rüzgarı ve soğuğu vardı. Ülkemizde süreğenleşen bu güz, yüzlerde estikçe esiyor aynalarda ses çıkmıyordu.
Aynalar mutlu şamatalardan, sıcak komşuluklardan, memleket nasıl güzelleşir muhabbetlerinden çok uzaktı ve kimsenin gülümsemeye nedeni kalmamıştı.
Çorbayı içti, hesabı ödedi, ardından dönüp uzun uzun baktı aynadaki yüzlere, dur bakalım dedi…