En son bir sanat eseri ile karşılaşma anını konuşuyorduk. Neler olabileceğini…
Bu göz göze gelişin eser üzerindeki akışta gerçekleştiğini düşünelim. Bir tabloyu yavaş yavaş incelerken, bir müziği derinlemesine dinlerken, bir kitabın anlamına iyiden iyiye dalmış ve ilerilere yüzmüşken iki kafanın yan yana geldiğini hayal edelim. Kavuşma anını… O anda üretim sürecinin en başındaki ilk samimi amaçlardan tutun da, eserin bitimine kadar o amacın korunmuş olarak taşınmasıyla birlikte “o amacın ne olduğu?” muhataba yankılanacaktır. Sanatçının üretim amacı eserin muhatabına çoktan fısıldanmış olacaktır. Amaçlar ve anlamlar buluşması da diyebiliriz buna.
Sanatçının hayata verdiği anlam, yani tutunduğu amaç, sanatın alıcısının iç dünyasına –kim bilir nasıl- salınacaktır. Kimi zaman amaçlar denk düşecek ve pekişecek, kimi zaman zıtlaşacak ve farklılıktan dolayı bir çarpışma, kıyas ve ret-kabul karışımı bir silkinme yaşanacaktır. Ya da hiçbir amacı olmayan, anlamına uzak kalmış bir bünyeye aniden bir anlam armağan edebilir. Kesinlikle boşa çıkarmaz. Sanat aksine boşluğu doldurma iddiasındadır. Boşluk bırakmama sorumluluğunda…
Şöyle ki insan düşer. Düşmeye meyyaldir. Boşluksever bir bünyedir. İçine üflenmiş ve üflenmeye devam eden bir uzayın sözüm ona taşıyıcısı, bu iki ayaklı gezegeni, kendi içini, içindeki herhangi bir boşluğun dibini-dipsizliğini boylamayı adet edinmiştir. Yaptığı bir iş-güç onu zorunlu olarak -çok şükür- ayakta tutar. Tamam. Sanat ise gönüllü olarak -kanatta- tutar… Böyle diyorum. Çünkü ayakları işlevsiz bırakır, kanatlar üstünde tutar. Uçurur.
Kendi uzayında mutlu bir gezegen olmak, iç alêmini seyretmek ve dış dünyaya bu barışıklıklarla çıkmak huzurun ta kendisidir. Onca huzursuzluğun yanı sıra…
Öyle ya insana kendisi ile tanışıklığın verdiği güç bambaşka! Kendi ile kendinin arasına sızan o yaşama sevinci, o coşkunun canını hey heylemesi!... Neredeyse hayatın sonuna meydan okuyan o kendine gelmişlik ve kendinden geçmişlik!
Elbette izleyicinin, okuyucunun yani herhangi bir şekilde sanatın tüm çeşitlerine veya bir kısmına muhatap olan insanların belli bir bilinç seviyesinde olarak sanat ürünleriyle karşı karşıya gelmeleri bu buluşmanın üst düzeyde olmasını sağlayacaktır. Önceden var olan bilinç, çarpıştığı sanat ürünleri ile -ölümsüzseler neyse de- ölümlü, basitseler kısa bir arbede yaşayarak üstlerinden geçip gidecektir. Daha ileriye…
Bir şey “eser” değilse sanatın asil derdine, “ınga”sına-kundağına sarılmamış, ölü doğmuştur. Böyle böyle ölüdoğan çöplüğü de vardır. Hem de pek çok yerde. Bazen çok afili, çok şık, parıltılı, çokça yatırım yapıldığı her halinden belli mekanlar, duvarlar, ekranlar -ah zamanlar, ömürler- bu tarz çöp sanatlar için ayrılmıştır.
Bunun adı belli, çok dürüst olanı da var. Amerika’da Massachusset’teki Kötü Sanat Müzesi nadide bir örnek. The Museum of Bad Art! Scott Wilson, -Allah ondan razı olsun- 1994’te çöpte gezinirken bulduğu bir resmi arkadaşlarına gösterir. Bir antikacı fikridir ve orada, o esnada doğar. Sanat eseri olmayan ürünlerin, adeta rezil olma ve kalma cesareti anlamına da gelen bu fikirle, ikinci el pazarı veya çöplükler böyle üst, lüks bir geri dönüşüme tanıklık ederler. Koleksiyon böyle oluşur. Üç ayrı galerisi olan The Museum of Bad Art, ilkesi gereğince haklı olarak, yeterince kötü üretilmemiş, bu konuda başarısız olan hiçbir eseri kabul etmiyor. Çocukların ürettiği henüz olmamış, henüz çocuk sanat eserleri de reddedilenler arasında.
Çirkin üretim; güzeli üretmek için başlanmış fakat güzelce nihayete erdirilememiş, yarı yolda bayağı ve çirkin olmayı seçmiş bir ürün üzerinden oluşum ve gelişim evresini, kendini başaramaması sürecini insana, onu sabırla temaşa edene yansıtması bakımından ilginç olmalıdır. Nitekim adı böyle olmasa da dünyanın her yerinde “bad arts” a rastlayabiliriz.
İnsana olamayışını, kötü oluşunu ve ısrarla kötü kalmaya devam edişini sorgulatması bakımından hoş bir fikir olmalı. Kötünün kendi ile yüzleşmesini sağlayabilmiş midir, bilemiyoruz. Ama mümkündür diyebiliyoruz.
Serbest sunum ve karşılaşmalarda, bir sanat eseri ile insanın çıplak karşılaşmasında, eğer alıcı temel anlamda bir bilgi ve bilinç düzeyinde değilse, sunulanı sorgusuz sualsiz, eleştirisiz ve olduğu gibi alacak, bir anlamda sanatçının sanal tahakkümüne maruz kalacaktır. Bu noktada sorumluluk çoğunca alıcıya aittir. Yani aslında her insana…
Maruz kaldığı, etkileneceği her şeyi ayırt edici, ayıklayıcı bir alt yapıya sahip olması şarttır insanın. Çünkü insan; önce baştan sona etkilenmektir. Sonra etkilemektir, belki. Hiç etkilenmemek hayatta olmamaktır. Etkilememek te… Reklam cümlesi gibi olduysa da; etkileşim hayattır. Hayatta kalmaktır. Doğru ve güzel etkileşim ise hayat ötesi bir şey; bildiğin uçmak…
Çok hayat. Pek hayat!
Karnı tok sırtı pek amacından ötede bir yerde, gönlü tok sırtı pek bir yerde olmak…
*Bu metin Milat gazetesinde yayımlanmış ve yazarın Okurkitaplığı yayınevi tarafından yayımlanacak kitap dosyasında yer almıştır.