2 dakika okundu
DÜNYAYI GÖRMENİN KILAVUZLUĞU VE SİNEMA /Havva Ağral

Tarkovski’nin sinemasını ve sinema dili bağlamında yetkinliğini ele aldığımızda onun dünyayı nasıl gördüğünden ziyade, görselliğin ona nasıl yardımcı olduğunu düşünürüm. Filmlerindeki imgesel sahnelerin çoğu, doğanın kendiliğinden ortaya çıkıyor. Yani doğa Tarkovski’ye hep yardım ediyor gibi. Bunda onun zaten doğanın, geçmişin izlerini süren bir yönetmen olmasının payı büyüktür. Ancak film okumaları, kendine kaynak olarak salt doğayı değil; doğanın insan üzerine etkileşimlerinden doğmuş olan alegorileri, arketipleri ve metaforları kaynak gösterebilir.


İnsanın “kendilik” sürecinde, dünyayı okumasında illüzyon, imgesel bakış ve soyutlama araçsallığı kullandığını düşünürsek yönetmenlerin varoluş sürecini de benzer bir hattan izlemek durumunda olmalıyız. Nitekim “Solaris” filmi hem doğaya hem babaya dönüş finalidir. Burada bilimi araçsallaştıran bir yöntem izlenmektedir. Yönetmen, psikoloji ve kozmolojiyi iç içe alan bir araçsallaştırma ile filmini görsel bir katmana ulaştırmaktadır. Film; bilimi, bilineni, sınırları her an sorgulayan insanların kozmolojik bir parçada anlamı yitirmesini göstermeye çalışıyor. İnsan anlamı nasıl yitirir? Bilmek, anlamdaki dayanak noktasını elinden kaybettiğin an değil midir? Bu anlamda filmler, felsefeyi de bir araçsal öğe olarak taşır diyebiliriz. Ve bir sinema filmi izlemek binlerce gözün katkısı değil midir?

Yeni Fransız sinema akımı dönemi; mitsel alegorik unsurların yanı sıra kara mizah bir yöntem izlemiştir. İçine yerleştiğimiz kapitalizm ve bürokrasinin içinde kaybolan insanı resmetmek… Örneğin Orson Welles ‘in Dava filmi, mimariye farklı bir bakış getirmiştir. Mimari; -merdivenlerin sonsuzmuş gibi uzanmasından devasa kapılara kadar- insanın kendi kurguladığı bu bürokrat dünyada kayboluşunu, küçülmesini simgeler. Belki de çağrışım Babil Kulesi’dir.

Gotik mimari, korku unsuru ile birleşirken erk, yapılara da birer eleştiri getirmektedir. Erk olmanın fallik unsuru da göz ardı edilmemelidir. Fallik unsur ya da arketip ögesini pek çok mimari yapının kullanıldığı filmlerde yine görmek olasıdır. Fallik unsur insanın kendi tanrısallığı ile kendi kulluğu ya da adanmışlığı arasındaki gelgitlerin birer yansımasıdır. “Şeytanın Avukatı” filminde en tepe noktanın şeytana ait bir yer olarak betimlenmesi de boşuna değildir. Burada yine hem fallik hem de inanç sistemine bir eleştiri getirilmiştir. Ve burada yine dualist insanın hem kozmik korkuları hem hâkimiyet isteği gibi varlıksal problemlerinin sanatsal bir ifade biçimini görürüz. Dünyayı ve sanatı arketiplerden okumak, kendi kodlarımız üzerinde bir bellek taraması yapmak olacaktır.

Dünyayı görmenin salt çağın ruhunu yakalamak olduğunu düşünmek, belki kısmen bir aldanıştır. Zaman ve mekân değişkenliğindeki tekrarın; arketiplerin ve davranış kalıplarının tekrarı olduğunu bilmek zorundayız. Zeitgeist yani zamanın ruhu yine tanrı tezahürlerinin ruhu olabilir mi?

Yunan ya da Çin’in tanrıları iki ya da üç başlıdır. Ve bin kollu tanrı inanışı ile emperyalizmin her an her yerde gözlerinin ve uzantılarının oluşu; “Enel Hak” ya da “Ben Tanrı’yım!” düşüncesinin vücut bulması değil midir? Kolektif bilinçdışı ile bireysel bilinç dışı alanın çatıştığı ortama da postmodernizm diyebiliriz. Yüksek tanrılar düşüncesi ve herkesin tanrı olmaya kalkışması durumu; bu parçalanmışlık peşi sıra postmodernist düşüncenin unsurları olarak, hem yaşamsal materyaller anlamında hem de sanatın konusu olarak karşımıza çıkıyor. Netleştirecek olursak; hayatın metinlerarasılığı söylemleri ile ritüelin ve sanatın diline birkaç örnek verebiliriz. Hep bir kaos, hep bir kıyamet söyleminin, filmlerde doğal afetlerin konu alınmasının ve dinin de bu etkileşim söyleminde bir kaynak olduğunu görebiliriz. Çin’deki Pangu inancı ile Yunan mitleri arasındaki benzerlik ya doğanın tezahürüdür ya da antropoloji açısından doğum travması ile ilişkilendirilir. İnsanlar, bin yıllardır benzer bir remake (görüntüler arasılık) öykünün peşi sıra dinleri ve sanatı buluşturmaktadır. Bu; genelde kıyametin kopması, tsunami, depremler, kıtaların yer değiştirmesi, yer ile göğün birleşmesi hikâyesi olarak karşımıza çıkıyor. Çamurdan yaratılmak, cennetten kovulmak pek çok inancın içine yerleşmiş ögelerdir. Kolektif bilinç, dinleri inşa ederken bireysel bilinç personaları inşa ediyor. 

Logosun içindeki mitos ve logosun izini sürerek tanımaya çalıştığımız eski bellek yine mitos, insanın bugününe varmaya bir çeşit kerteriz hatları oluşturmaktadır. Çok tipik bir örnek olarak Truva savaşları film ve kitabında geçen olayların ne kadarı gerçeklik ne kadarı mit, bunu öğrenmek ciddi bir karmaşa gibidir. İnsanların psikolojik evrelerine ışık tutan bir anlatı olması, ayrıca bu anlatının logosun da alanına girmesini sağlamıştır. Bu anlatı savaşındaki kişilerin donanım ve yapıları psikoloji perspektifinden incelendiğinde dönemsel insanın davranış kalıpları ortaya çıkıyor diyebiliriz. Mitsel dönemin insanı, insanlığın çocukluk evresine tekâmül eder. Daha dürtüsel ve buyruk alan tiplerdir. Tip tanımını yapmamız, kişilik ya da karakter tanımı yapmamamız, o anlatının kişilerinin tipolojisinde saklıdır. Odsseia ile İlyada arasında bile kişilik, karakter ve tipler farklılık gösterir.  Ayrıca tip kelimesi, sinemada mimik göstermemek anlamında kullanılır.

Dünyayı görmenin yollarından biri de, dünyaya  dair bakış açısını şekillendirmektir kuşkusuz. Yorum farkları, görüşlerin çeşitliliği ile bir görme biçimi oluşmaktadır. Nasıl bakmak ve görmek gerekiyor? Bire bir olanı yansıtmanın ne kadarı sanatsal bir içerik olabilir? Bir davranışı, eylemi, mota mot vermenin sanatsal boyutu gerçeklik midir? Gerçekliği eğip bükmenin, eğretilemenin gerçekliğe farklı bir boyut kazandırması, o gerçekliğe farklı bir derinlik katabilir. Sanatçının gözleri, görüşleri, bakışı o sanata yorum katan bir eyleme dönüşmektedir. Bir olayı pek çok katmandan, açıdan; bilimsel, metaforik, simgesel vs. görmek ve göstermek sanatın içeriği olan bir eylemdir. Tipik bir örnek “Anhilitilon” ( Yok Oluş) filmindeki dünya, evren ve madde yorumudur. Filmde katmanlar; psikoloji, biyoloji, fizik, madde, patoloji, biyolojinin imgesel dönüşümü ve estetiği gibi konulardır. Bu konuların katlarını açtıkça karşımıza sanatın bütünlüklü varoluşu çıkar. Bu varoluş ile yok oluşu anlatmak ilginç bir serüvendir. Yoğunlaştırılmış bir metafor anlatım için, bilimi fantastik bir noktaya taşımaktadırlar. Sanatçı bilimin katı kurallarını kendine dert edinseydi Jules Verne o aya yolculuk macerasını belki yazamazdı. Ama önce hayal edildi. Sonra sınırları zorlayan birileri oldu. “Antihilation”da genetik mutasyona uğrayan her şey vardı. Bitki, insan, hayvan, mantarlar… 

Her şey, her şeye dairdi. Bir mutasyondan çok genetik bir çorba gibi karşımıza çıkıveren bu film, neyi anlatmaktadır? Sınırların ve bilginin geçersiz olduğu bir fauna yaratmak… İnsanlara, insanlığa ne bildiğini sorgulatmak açısından önemli bir film olduğunu düşünüyorum. İnsan kendi varoluş serüveninde metaforları, soyutlamayı, bilimi ve hemen her şeyi araçsallaştırırken kendini de bütünüyle inşa etmiş oldu. Bu bütünlüklü varoluşun serüveninin kendisi sınırsızdır. Bu bağlamda sanatı ve bakışı boyutlardan azade düşleyemeyiz.