5 dakika okundu
Baba Fırını Has Ekmek Çıkarır/Mahmut ŞENOL*

*Bu yazı Papirus Dergisi Nisan Mayıs 2016 sayısında yayınlanmış ve yazarın isteğiyle sitemizde yer almıştır.


Thomas Mann sabah kuşu değildir, geç yatar, öğlene kadar uyur. Hatta narkolepsik olduğunu söyleyen çenesi pırtı  dedikoducular varsa, siz inanmayın, bir kez uyandı mı gece yarısına kadar ayaktadır.  Ermeni asıllı Romanyalı ama sonradan Fransız yazarı, aslına bakarsanız hiçbir yere ait olmayan, sıkıntılı ve bunalımıyla gayet iyi geçinmiş Emil Cioran‘ın dediği gibi, zaten yazarların gecesi gündüzüne hep karışıktır.

Bir yazar için ne zaman yatsıdır, ne zaman kuşluk vaktidir; bilinemez. Alman Romantizminin büyük yazarı Mann, üstünüze afiyet uyanmak lütfunda bulunduğu zaman, iyice bir gerinip, yorgan altında birkaç kere gazını da sesli sesli çıkartarak pırt yaptıktan sonra osuruğunu koklar, bundan memnun olur; zira insana kendi gazı fena kokmaz.

Mann yataktan çıplak ayaklarını sarkıtıp, akşamdan biri döşek altına kaçmış, ötekisi kenara fırlamış kumaş terliklerini uyku sersemi arayıp bulmaya, ayağına geçirmeye epeyi bir zaman harcar ve her sabah tekrarlanan terlik arayışına bir kez daha kızar, sonra kalkar, Cumartesi Kibarı gibi üstünü başını giyinir, kravatını da takar. Kahvaltısı onu bekliyordur, masaya kurulur. O saate kadar çocukların evin altını üstüne getirmesine laf etmez.

Hatta, sırasıyla çağırıp birer birer onlara ilgi gösterir.  Çok çocuklu eski zaman babalarını hiç aratmaz bu hususta, zira sıra sıra veledlerin adını da hatırlamaz, simâlarından çıkartır.  Katia adlı eşinden altı çocuğu vardır, üstâdın; ellerinizden öperler...

Venedik’te Ölüm, Büyülü Dağ başlıklı romanların yazarı Thomas Mann, ne vakit odasına çekilip kâğıtlarına gömülecektir, işte o zaman evde örfi idare ilan olunur. Odalardan koridorlara çıkma yasağı başlar, anneleri çocukları kanatları altında kuluçkaya almış gibi zoraki uykuya yatırır.

Sus pus çıkmaz, ne şeytanı gör ne de salavat getir misali, romancı babanın öfkesi ve hiddetine mâruz kalmaktansa, ev ahalisi tam siper yatar. Güneş batmaya gittiği zaman Mann hazretleri yazmakta olduğu romanına ara verene kadar, akşamın kerâhat vakti gelip şarap masasına oturacağı saatin dakikasına yetişene dek, orası bir ölüler evidir.

Mann, çoluk çocuk bostanına bekçi kesilmeyi sevmez, çocuk milletini edebiyatçının ayağına kör düğümlenmiş kundura bağı sayar. İşte o yüzden, evinde rüzgâr estirip fırtına çıkartır, roman yazarıyım ben heeey, diye gürleyerek eserlerini tamamlar. Eğer bugün eserlerini okuyorsak, saatlerce çişe dahi gidemeyen çocukların çektiği eziyetler sayesinde okuyoruz. Yaa, işte böyle romancılar da vardır; velhâsılı...

Thomas Mann böyledir diye siz bütün bütün edebiyatçıları çocuklarına karşı ilgisiz sanmayınız. Aziz Nesin gibi hem kendi çocuklarına, hem de kurduğu Vakıf yurdu aracılığıyla manevî babalığını üstlendiği bütün fakir fukara sübyanlara iyi baba olmuş edebiyatçıları unutmadan, gider ellerinden öperiz. Bizim işimiz, babalığı fena tarafıyla bilinen edebiyatçılara çengeli takmaktır.

Mann’ın çocuklarına öfkesi kuru sıkıdır, eğer o gün romanında arzu ettiği güzel lâkırdıları kâğıdına döktürmüşse, gel keyfim gel, akşamüstü neş’esine doyum olmaz. Adını hatırlayamadığı çocuklarını teker teker, gel bakalım sarı kafa, git bakalım çilli çocuk gibi sıfatları isim yapıp onlara seslenerek kucağına oturtur, sever, okşar.

Mann’in babacanlığı bu kadarsa da, çocuklarını yanında tutmak istemeyen Jean-Jacque Rousseau‘yu şimdi yerden yere vurmak bize hak olur, yazara bu laflarımız revâdır. Toplum Sözleşmes‘nin ünlü yazarı Rousseau’nun kilisede nikâh kıyıp kıymadığını da tam bilemeyiz. İtiraflarında bunu faş etmez, inkârdan gelir. Thérèse adındaki yoksul bir ailenin kızıyla yaşadığı aşkı tescil ettirmek için, madem kızın sülalesi de kabul etmiştir, apaza galiba gerek duymaz. Biz İtiraflar adlı eserini iki kere hatmetmiş olduğumuz hâlde, onun evlenip parmağına yüzük taktığını tam olarak anlamış değiliz. Öyle ya da böyle, Rousseau ve Thérèse çifti yokuşa sarmış beygir gibi oflaya puflaya, arada bir rahata erip, güle oynaya ömür tüketir. Thérèse’nın namusu için ardında dolaşan şaperonu [Chaperonage] olacak değiliz ya, ne yaptığını tam olarak bilmiyoruz; zaten böyle şeyleri en son kocalar ve babalar, bir de biz okurlar duyarız. Fakat, gel gelelim, Rousseau’nun kırdığı ceviz bini geçer; önüne çıkan matmazele âşık olur, birçok madamı baştan çıkarır. Thérèse, Tanrı indinde Rousseau’nun karısıdır ya, işte o yüzden vazifesini ihmal etmez, tıpkı Mann’ın karısı gibi arka arkaya 6 defa doğurur.

Fakat, şimdi Allahı var, Thérèse masrafsızdır, allı güllü loğusa şerbeti bile beklemez. Oysa kadın cinsi fiyakacıdır, pahalıyı sever, hele hediyeye bayılır.  Rousseau, çok zorlanmadan ve fazla izahata gerek duymadan Thérèse’yı ikna edip, 1746 yılında peyda ettikleri ilk çocuğuyla sırnaşıklık kurup yüz göz olmasın diye hemen kucağından aldığı gibi bir çocuk bakım evine bebeği atıverir. Hôpital des Enfants- Trouvés adıyla bilinen 16. yüzyıl başlarında kurulmuş meşhur bir çocuk yurduna gidip evladını teslim eder. Ömrünün hiçbir anında Jean-Jacque hiçbir zaman duygusuz, sevgiden yoksun bir insan, hayırsız bir baba olmadı. Aldanmış olabilirim, ama katı yürekli hiç olmadım, diye sözüne girişen üstat, her insanın en kolay kendisini af ettiği ve kendi kendini avutabildiği gibi, çocukları başından savmanın türlü gerekçelerini bulur buluşturur.


Burası Katolik eğitimini en sıkı biçimde veren, iyi yurttaş yetiştiren bir kuruluştur; Rousseau’nun gözü arkada kalmaz. Zaten İtiraflar‘ında itiraf ediyor: Kendim yetiştiremediğim için, çocuklarımı kamu eğitimine terk ederek onları maceracı ya da servet avcısı olmak yerine işçi ve köylü olmaya yöneltmekle, bir yurttaş ve bir baba davranışında bulunduğumu sandım; ve kendime Platon Cumhuriyetinin bir üyesi olarak baktım. ̈ [s.309, İtiraflar, Remzi Kitabevi]

Çocuklarını ailenin dırdırcı, cimdikleyici, kulak çeken, aksi ve teres kadınlarına bırakmak yerine yurda terk etmek Rousseau’nun tesellisidir. Eğer onların bakımlarını üzerilerine almak istemiş olan Madame d’Epinay ve Madame de Luxembourg’a bıraksaydım, daha mı mutlu olacaklardı? ̈ Böyle yazıyor üstât! Her şeyi tarttıktan sonra, çocuklarım için en iyi olanı ya da öyle olduğunu sandığım şeyi seçtim. Ben de onlar gibi yetiştirilip bakılmayı isterdim. ̈ Fakat, o da nesi, üstat çocuk terbiyesi için lakırdısını burada kesmez; bu ne perhiz bu ne turşu! Rousseau âleme verir talkını kendi yutar salkımı misali 1762’de, Émile başlıklı bir kitap yayımlar ki ortalığı ayağa kaldırır. Bu kitap Fransa’da ve İsviçre’de yasaklanır, zira çocuk eğitimi üzerinedir ve hop oturup hop kalkanlar, bilhassa papaz efendilerdir, onlar buna çok kızar, zira çocuklarını yurda atan bir babanın başkasının çocuğunu terbiye etmeye kalkması görülmüş şey midir? Platon Cumhuriyeti dediği, şimdi uzun hikâyedir. Platon’un Osmanlıcaya tercümesi Eflatun olmuştur; ne de güzel çeviridir. 

Eflatun‘un çocukların ailelerinden alınıp devlet elinde yetiştirilmesine dair görüşleri, Spartan’dır; Sparta şehrindeki acımasız askerî kurallara ilişiktir. Fakat tarih boyunca çocukları anne babalarından daha iyi yetiştireceğine inanan devlet babalar da çıkmıştır. Bu devlet babalardan biri Yahudi Devletidir; İsrail’de kurulan Kibbutz adlı sosyalist-sendikal topluluklar tümüyle Platon’un Cumhuriyet kitabından esinlenmişti, çocukları anne- babadan alıp topluma mâlediyordu.  Bu devlet ana-baba meselesi, tartışmalıdır! Her ne kadar, Türk sosyalist edebiyatının Çerkes asıllı yazarı Kemal Tahir, roman başlığında Devlet Ana diyorsa da, aslında Devlet, Baba’dır; milliyetçiliğe göre Vatan, Ana’dır Rousseau, başından savıp daha iyi eğitilir diye gönderdiği çocuklarını bir daha aramaz. İşin acıklı tarafı işte burada...

Gelgelelim, bu vefasızlığı onun hümanizmasına-insancıllığına gölge düşürmez; zaten tenâkuz dediğimiz, bugünün diliyle çelişkide buradadır. Şimdi biz okurlarına onu affetmek kalıyor.

Kuşattığınız surların hiçbir zaman arkasında ne var, tam olarak bilemeyiz; Intra muros, kalenin ardı bilinmez diyordu Latinler...Diyeceğimiz şuncacık şey, çocuklarını yetimhaneye gönderen Rousseau’yu ayıplamayınız, kim bilir onun yüreğinde ne külhan ateşleri yanıyordu. Külhan ateşi her daim sıcak olan Tolstoy‘un 1863 yılı günlüğünden bir satırı okumazsak, hiç olmaz! Büyük üstat, Aile mutluluğu denilen şey beni yiyip bitiriyor, içimi emip boşaltıyor ve bir kez bulaştıktan sonra yapılacak bir şey de kalmıyor geriye... ̈ diye not düşer. Sık sık ailesini terk edip, binlerce mil uzaklarda yazlık evler kiralayıp başını dinlemeye gider; çocuklarından kaçar. Kaçmasın da n’apsın! Hazretin uçkuru fazla gevşektir, tamı tamına on dört çocuğu vardır. Kendisini pek seven Rus hikâyeci Anton Çehov, Tolstoy’dan bahsederken şakayla karışık bir benzetme yapmadan durmaz: Üstâda günde bir kere, ama o da geceleri görünüp kaybolan Ay gibi kadın ve çocuklar lâzım! ̈Tolstoy, hep bilindiği gibi, sonunda evinden kaçar, yollarda dona yakalanıp kaskatı kesildiğinde, azıcık tırlatmıştır.

Tolstoy’un çocuk rekoltesini yakalamasına ramak kalmış başka yazar tanıyor musun, diye soranlara İngiliz Charles Dickens‘ı gösteririz. Romanlarında 17 ve 18.yüzyılların ezilen, horlanan, sokaklarda dilenen çocuklarını yazmış büyük yazarın, on bir evladı vardır. Çocuklarına karşı pek serttir, hiç yüz vermez, bir kere olsun kucağa alıp sevmemiştir. Karısı Catherine ile sık sık, saç saça baş başa girerler. Çocukları babamın evinden mi getirdim? Al ne hâlin varsa gör, diye kapıyı çekip anasının evine giden Catherine’nin ardından evlatlarına etmediğini bırakmaz; sakinleşince, oturup roman yazar.

Sakinleşemeyip kendini içkiye adamış Amerikalı romancı William Faulkner‘ın bir tanecik, cici kızı vardır. Gelgelelim onu sık sık haşlar, azarlar, bağırır, çağırır. Bir keresinde küçük Jill, zaten babasının alkolizminden çok çekmiştir çocuk yaşında, içkiyi bırakmasını rica edince Faulkner, ̈Shakespear’ın çocuklarını terk ettiğini unutmamasını ̈ ona göz dağı vererek söyler, kızcağız beterin beteri var diye susar.

Geldik mi her edebiyat denemesinin kaçınılmaz, yegâne ismi Shakespear‘a! Üstâdın 3 çocuğu vardır. İlki kızdır, ötekiler biri oğlan çocuğu ikizdir. Hepsini Stanford’daki evlerinde anneleri Mrs.Anne‘e bırakır, Londra’ya kaçar. Orada oturup eserlerini yazar, akşamları tiyatro kuşudur, çapkınlığı dillere destandır, ailesini arada bir görmeye gider gelir. Lâkin şimdi yiğide vur ama hakkını ver, ailesini hiç parasız bırakmaz; gak deseler su, guk deseler ekmek...Siz bakmayın orada burada sergilenen aile saadeti tablolarına, laf aramızda Shakespear onları Londralı ressam arkadaşlarına bilhassa çizdirtir. Bu yönüyle Shakespear iyi edebiyatçı, kötü babadır. İngiltere’de oyalanmaya devam edersek başka huysuz, aksi, tüyü bozuk babalara rast geliriz. Bunlardan birisi Roald Dahl‘dır.

Amcam Oswald başlıklı eline su dökülmez hiciv romanının ünlü yazarı, mesela Çarli ve Çikolata Fabrikası gibi üstelik filmi çekilmiş çocuk romanlarıyla tanınır. Çocukların kalbinde taht kurmuştur, fakat üç çocuğunun gözünde beş para etmez; babadır diye ses çıkarmazlar. Birçok eseri hâlen çok satanlar listesinde bulunan yazarın cebi, cüzdanı şişkin, çocuklarına karşı bonkör, ne yazık ki kalbi pek fukaradır. Babasına dair anılarını aktaran, sonraki yılların seksi modeli Tessa, pek iyi şeylerden bahsetmez. Üstelik bir kardeşini küçük yaşta kaybeder, annelerinin sağlığı kötüye gider, aile üzerine kara bulutlar dolaşır, her daim paraları vardır ama evlerinde sevgi yoktur.

Şimdi lafı böyle harcadık mı bir üzünçlü roman bize uzaktan el eder, hatırlarız: Muzaffer Hacıhasanoğlu‘nun Evlerde Sevgi Yoktu başlıklı romanı Milliyet gazetesinde 1970 yılının tefrika edilir ya, sonradan kitaplaşmıştır. Baba sevgisizliği yüzünden üvey annenin geldiği evi terk edecek bir çocuğun hikâyesi yüreğimizi sızım sızım sızlatır. Selim İleri’nin bu roman için  "Büsbütün sevgisizlik anlamına gelmiyordu, ama kırık, kırık sevgilerdi... ̈ dediğini de anımsarız.

Biz iyisi mi, edebiyatın babalarından çocuklarına babalığını iyi göstermeyen, en azından onları affedecek bir tevil yaparak, sevgisini göstermeyi beceremeyen romancı babaları burada noktalayalım. Yok, eğer bütün bütün, hepsini sıralamaya kalkarsak, korkarız ki, böyle babanın romanı okunur mu diye küsenler olur da, edebiyatı öksüz bırakırız.

Boğazdaki Orkoz akıntısı gibi ortalığı köpük içinde bıraktın ama ettiğim lâkırdı Avrupaî ecnebi şeylerdi, bir şeye benzemedi, hani Türk romancısı babalar, diye pehpehlenmeyiniz, bilsek söylemez miydik?

Lâkin, evlerden uzak olsun, bizim edebiyatçıların böyle hâlleri pek yoktur. Zira Baba fırını has ekmek çıkartır, atasözü, her vakit baba yazarlarımızın kulağına küpedir.

Batıdaki meslektaşlarına kıyas edilirse, bizim baba romancılarımız, öykücülerimiz, şairlerimiz hep sürgün, hapis ve dayak yer, işkenceye uğrayıp örselenir, daha fenası hayatına kastedilip Sabahattin Âli rahmetli gibi bir ıssız köşede öldürülür, en azından işsiz kalıp eve ekmek götüremez, yayıncısından telif ücretini alamaz ama çocuklarına sevgi göstermeyi hiç unutmaz.

Onların evlat sevgisi fazladır, dolar taşar, romanlarına sığmaz. Şiirlerinde Kâtibî mahlası kullanan Osmanlı amirali, azıcık da korsanlığa meyilli Seydî Âli Reis ‘in sözünü ezber etmiştir bizim romancı babalar, siz merak etmeyin, onlar ne ederse güzel söyler:

"Geh safa buldu gönül âyinesi, geh keder, Böyledir hâl-i Cihanın, böyle gelir böyle gider... ̈