Bestesi Rıza Bey tarafından yapılan “Beyoğlu’nda gezersin, gözlerini süzersin” sözleriyle başlayan mahur makamındaki şarkı, birkaç gündür dilimde… Hani takılır ya dilinize, bırakmaz sizi bir türlü… Eh, madem o beni bırakmıyor, ben de takılayım şarkının peşine, bakalım beni Beyoğlu’nda nerelere götürecek?
Beyoğlu, benim bilmediğim bir yer değil, özellikle İstiklâl Caddesi’ne defalarca gitmişimdir. Fakat yine de fark ettim ki bilmediğim ya da önünden geçip gittiğim hâlde fark etmediğim çok şey var. Çünkü fark etmek için o şehirde yaşamanız gerekmiyor, hatta tam tersi o şehirde uzun süre yaşadığınız hâlde birçok güzelliğin farkında olmayabilirsiniz. İşte bu düşünceyle kendime bir İstiklâl Caddesi gezisi armağan etmeye karar verdim.
İstiklâl’e çıkmak için bu kez Tünel’i değil, Kamondo Merdivenleri’ni tercih ettim. Halk arasında “Âşıklar Merdiveni” olarak bilinen merdivenler, 1870–1880 yıllarında dönemin en önemli bankerlerinden biri olan Kamondo Ailesi tarafından yaptırılmış. Abraham Salomon, bu merdivenleri Avusturya Lisesinde okuyan torunlarının okuldan eve kolay ulaşımı için yaptırmış. Şanslı torunlarmış, hayat da onlara dedeleri gibi güzellikler bağışladı mı acaba?
Merdivenlerin bitimi, Kuledibi zaten. Buraya geldiyseniz birkaç adım sonra Galata Kulesi’ni tüm haşmetiyle göreceksiniz demektir. Ama Galata Kulesi’nden önce Abraham Salomon’un torunlarının da okuduğu St. Georg Avusturya Lisesini göreceksiniz hemen solunuzda. Sağınızda da aynı ismi taşıyan hastane yer alıyor. Avusturya Lisesi, Almanca konuşan Katolik çocuklar için bir ilkokul ve yetimhane olarak 1882’de açılmış. Aynı sokakta Bereketzâde Camii yer alıyor. Bu camiyi buraya yazmamın nedeni, İstanbul’un fethinden sonra Pera’da yapılan ilk cami olması. Bereketzâde Camii, Fatih Sultan Mehmet’in Galata’ya vali olarak atadığı Hacı Ali Bereketzâde tarafından 1453 yılında yaptırılmış. Bereketzâde hem vali, hem de Galata Kulesi’nde ezan okuyan bir müezzinmiş.
Vee Galata Kulesi…
Şiirin ve şehrin bekçisi… Hezarfen Ahmet Çelebi’nin tahta kanatlarıyla Üsküdar’daki Doğancılar Parkı’na yaptığı uçuşun başlangıç noktasından İstanbul’un tüm güzelliğiyle seyredildiği yer…
Derler ki Galata Kulesi’ne kiminle çıkarsan onunla evlenirmişsin. Eğer o çiftin kaderinde evlilik yoksa kuleye çıkmak nasip olmaz, bir şekilde bir engel çıkarmış. Daha önce bir iki kez çıkmıştık. Bu kez bahçesinde birkaç fotoğraf çekmekle yetindim. Ama bir taraftan da Ümit Yaşar Oğuzcan’ı anmadan geçemem buradan. Çünkü sevgili oğlu Vedat, bu kuleden atladı. On yedi yaşındaydı. Onun Hezarfen gibi tahtadan kanatları yoktu. Ölmek için atlamıştı. Çünkü babası defalarca intihar teşebbüsünde bulunan melankolik bir adamdı. Oğul Vedat’ın cebinden çıkan notta “Öyle intihar edilmez, böyle edilir.” yazıyordu denir. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın oğlunun ölümünden sonra yazdığı “Galata Kulesi” şiiri, bu kulenin sadece güzelliklere değil acılara, ölümlere de tanıklık ettiğinin en trajik belgesi gibi… İşte o şiirden bir bölüm:
Galata Kulesi
6 Haziran 1973
Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Aydınlıktı, güzeldi dünya
Bir adam düştü o gün Galata Kulesi’nden
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Ömrünün baharında
Bütün umutlarıyla birlikte
Paramparça oldu
Bu adam benim oğlumdu…
Yavuklusu Kız Kulesi’ni beton binaların arasından, görmeye çalışan kültürlü damat adayı Galata Kulesi’ni şiiri ve şehri beklemeye devam etsin diye arkamda bırakarak Tünel’e doğru yokuşu tırmanmaya devam ediyorum. Bu yokuşun adı Galip Dede Caddesi… Galip Dede Caddesi, beni müzik aletleri satan dükkânların arasında kaybolmuş gibi duran Galata Mevlevihanesi’nin önüne getirip bırakıyor. Sanki yorgunluğumu anlayarak biraz burada soluklan, der gibi…
“Galata Sarayı Enderun Mektebi” yani bugünkü adıyla söylersek Galatasaray Lisesi ile birlikte Beyoğlu’ndaki iki önemli Osmanlı eserinden biri olan Galata Mevlevihanesi, İstanbul’un en eski mevlevihanesi. Her pazar sema gösterilerinin gerçekleştiği Mevlevihane’de Divan edebiyatına ait eserler de sergileniyor. Divan şiirinin son büyük şairi Şeyh Galip’in kabri de burada…
Şeyh Galip; sanki kısacık bir ömrü olacağını bilirmişçesine hem Divan’ını erkenden tamamlamış, hem de hikemi tarzın temsilcisi Nâbi’nin ünlü “Hayrabad” mesnevisinden daha iyi yazabileceği iddiasıyla Hüsn ü Aşk mesnevisini kaleme almış. Şeyh Galip’in yirmi altı yaşında, altı ayda tamamladığı 2041 beyitlik bu mesnevi, divan şiirimizin en seçkin eserlerinden biri.
Şemsettin Kutlu, Divan Edebiyatı Antolojisi’nde şu cümleleri yazıyor: “Eğer Türkçe de -Fransızca, İngilizce, Almanca gibi- uluslararası kapsamda yaygın bulunsaydı, sembolizm yeryüzünde 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da değil, 18.yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de Şeyh Galip’le doğacaktı.” Uzun uzun anlatıp edebiyat bilgisine boğacak değilim. Kısaca söylemek gerekirse “deryâ-yı sühan kenâresizdir”[1]sözünün sahibi Şeyh Galip,
“Tarz-ı selefe takaddüm ettim
Bir başka lisan tekellüm ettim”
derken aslında övünmüyor, edebiyatımıza öncekilerden farklı bir dil, farklı bir renk getirdiğini kendisi de biliyordu. Uçsuz bucaksız söz deryasının sultanlarından biri olarak kendisinden sonra gelenleri de etkileyen Şeyh Galip, ebced hesabıyla ölümüne düşürülen “Geçti Galib Dede candan yâhu” mısraının duldasında, uzun yıllar postnişinliğini (şeyhliğini) yaptığı Galata Mevlevihanesi’nin içindeki bu küçücük türbede huzurla uyusun şimdi. Biz de onun terci-i bendinden aldığımız iki mısra ile devam edelim yolumuza:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen [2]
Narmanlı Han
Bir vakitler avlusunda altmışa yakın kedisi olduğu için “Kedili Han” olarak da bilinen Narmanlı Han, 1831’de inşa edilmiş. 1880’e kadar Rus Büyükelçiliği olarak kullanıldıktan sonra Narmanlı ailesi tarafından satın alınmış. Bu ailenin himayesi sayesinde, burası bir sanat ve kültür merkezine dönüşmüş. Kirasının ucuz olması nedeniyle 1950’lere kadar Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, ressam Aliye Berger için hem çalıştıkları, hem yaşadıkları bir mekân olmuş.
Hocası Yahya Kemal gibi hayatı boyunca hiç evlenmeyen Ahmet Hamdi Tanpınar, Narmanlı Han’daki bekâr odasında hayatının en verimli on yılını geçirmiş. Müzmin bekâr Tanpınar’ın parasızlığı da müzmin olduğundan, pencerelerini ilk zamanlarda gazeteyle kapladığı büyükçe bir oda, mutfak ve banyodan ibaret olan bu ev; Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu, Ali Cimcoz, Adalet Cimcoz gibi sanatçıların uğrak yeri olmuş. Yenilen içilen, şarkılar söylenen, şiirler okunan bu bekâr odası; Haldun Taner’in tarifine göre Narmanlı’dan girildiğinde sağdaki blokta zemin kattaki ikinci ya da üçüncü kapı imiş. Artık böyle bir kapı yok…
Bir zamanlar Tanpınar’ın, Eyüboğlu’nun yaşadığı bu mekânı gördüğümde hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. Çünkü bu sanatçıların hatıralarına sahip çıkılmamış, yaşadıkları mekânlar aslına uygun bir şekilde restore edilmemiş. Prof Dr. Handan İnci, Narmanlı’nın başlangıçta on beş yıl kadar kaderine terk edilerek yalnızlaştırıldığını, sonra da yeni sahiplerinin elinde aslından uzaklaştırılarak adeta yeniden inşa edildiğini, yani restore edilmediğini anlatıyor. O, sözü çok edilen mor salkımlı ağaçların yerinde yeller esiyor. Tanpınar’ın Aliye Berger’le bir heykelini yapmışlar, ayaklarının dibinde onlara bakan iki kediyle… Bedri Rahmi’nin bir bankta oturmuş yanındaki kediyi izleyen heykelini ben göremedim. Çünkü Han çok kalabalıktı. Keşke bu kadar hoyrat olunmasaydı… En azından Tanpınar’ın, Eyüboğlu’nun, Berger’in yaşadıkları mekânlar korunsaydı. Han’ın bahçesindeki ağaçların altında kafeler olsaydı yine ve insanlar edebiyattan, resimden, sanattan konuşsaydı.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir adlı kitabında “Her şehir üç, dört yüz senede bir değişir; bu değişiklik beş yüz senede tam bir devir yapar ve eskiden pek az şey kalır.” der. Fakat bizde olan bitene bakarsak her şey o kadar hızla değişiyor ki eski İstanbul’un tümüyle değişmesi için beş yüz seneye gerek kalmayacak sanırım.
Sözü çok uzattığımın farkındayım. Üstelik;
Ünlü Orient Expres ile İstanbul’a gelen misafirlerin uğrak yeri olan ve Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Namık Kemal gibi edebiyatçıların müdavimi olduğu Lebon Pastanesi’ni;
Mehmet Âkif Ersoy’un son yıllarını geçirdiği ve ayrıca içinde Atatürk’ün diş hekiminin muayenehanesinin de yer aldığı Mısır Apartmanı’nı;
Çiçek Pasajı’nı, Nevizâde’yi;
Çiçek Pasajı kadar ünlü değilse de gençlerin uğrak yeri olan ve bir zamanlar Namık Kemal’in “İbret” gazetesini çıkardığı Hazzopullo Pasajı’nı;
“Girenin çıkanın belli olmadığı, her şeyin karmakarışık olduğu yer, mekân anlamı taşıyan” Dingo’nun ahırı deyimine kaynaklık eden ve bir zamanlar Taksim Maksemi’nin hemen arkasında bulunan Dingo’nun Ahırı’nı anlatmaya ne vaktim kaldı ne de takatim… Bu saydıklarımı da gezecek olanların merak ve ilgisine bırakmak sanırım en doğrusu…