Öykülerden oluşan kitaplardan bazıları kuyudur. Biz oradan kovamıza doldurduklarımızla bahçemizi sularız okur olarak. Bazı kuyuların derinliği karşısında onun nasıl inşa edildiği hayreti ve merakı sarar beni. Esir sözlerden oluşturduğu kuyusunu Sema Kaygusuz’un kız çocuğundan genç kadına geçiş evresi ve cümlelerini harç yapıp yoğurarak inşa ettiği besbelli. Bu malzeme, öykülerden evvel kitapta yer verilen ve yazarın yazma niyeti ve sebeplerini ortaya koyduğu “İlksöz” bölümü okunmasa da öykülerde rahatlıkla görülebilir.
Bu “İlksöz” büyümüş bir kız çocuğunun eteğindeki taşları dökmesi niteliğinde. Yazar, bahsi geçen dönemde yazdığı öykülere sırtını dönmektense onları sırtlanmayı yeğlediğini ve on sekiz yaşında bir kıza kendisini bağışlatmayı amaçladığını belirtiyor bu bölümde. Büyümüş bir kadının içindeki direniş de, içinde bir yerlerde oradan oraya koşturan çocukla birlikte el ele tutuşup onu gözetleyen, belki de gözeten genç kıza kendisini bağışlatabilmesi ile güç kazanmıyor mu zaten? Öykülerinin “Ben” öznesiyle başlayıp birinci tekil şahıs eklerinin bitiştiği eylemlerle devam eden cümlelerinde “Biz” tüm kadınların kadın olma meselelerini ortaya koyma kemikleri ile birey olarak toplumda yer edinme engellerinin eklemlerini birbirine ekleyerek bir iskelet oluşturuyor Sema Kaygusuz önce. İşte ben de Sema Kaygusuz’un acemiliğin ağır küfesini bu iskeletin sırtında taşırken yazdığı öykülerini, kadının tüm sıkıştırılmışlığı içinde küçük yaşına rağmen kalemiyle kendine geniş ve rahat edebileceği bir yer çizme çabasıyla, direnme bilinciyle oluşturulduğu için şefkatle kucaklıyor ve onlara belleğimde ayrı bir yer ayırıyorum.
Yazımda da özellikle bana hatırlattığı masallar ve hatırladığım o masalların arka sokaklarının rahatsız ediciğilinin belleğimdeki izleriyle ilk ve son öyküler üzerine eğilmek istiyorum. Aradaki diğer öyküler de iki masal arası bir ülkede “kadın”ın yaşadıklarının gerçek ve samimi bir panaroması. Komşuluk ilişkilerinde, aile içinde, dedikodularda, fakirlik karşısında, kendisine rızası dışında dokunulduğunda, aldığı yaralarla ölebilirliği ile hep var olan kadının yansıması.
Kitaba adını veren ilk öykü Esir Sözler Kuyusu. Küçük bir kız, bir babaanne, babaanneye götürülmek üzere hazırlanmış yemekler, babaanneye giden yolun uzatılması, bu uzatılan yolda karşılaşılan kuyulu ev ve evin sahibine yöneltilen meraklı sorularla ilk başta bir Kırmızı Başlıklı Kız masalı canlanıyor gözümüzde. “Yalnız kalmanın en iyi yöntemi, meğer yolu uzatmakmış.” diyor kız kaçtığını düşünerek evden, Joyce’un “Eve giden en kısa yol, en uzun olandır.” dediğinden habersiz, kendisiyle karşılaşıyor sonra evde. Çocukluğunun başlıklı pelerini üstünden çıkarılıp sırtına “Damızlık Kızın” pelerininin geçirileceğini tahmin bile edemeden yaşlanıp babaanne oluyor sonra birden döngünün devrine hizmet ederek. Sadece kendisinin bildiğini düşündüğü gerçekler yüzünden için için çürüdüğü halde ölemezken torunu çıkagelip “yılanların” her şeyi kuyulu kadına da söylediğini duyurunca ölüveriyor. Kadın birey, yaşantıları farklı farklı olsa da (evlenmiş, çocuğa toruna karışmış babaanne ya da hiç evlenmemiş hiç çocuk sahibi olmamış kuyulu kadın) toplum yılanının sözleriyle esir alındığı, dayatma ve baskılarıyla kendisine sokulup her şartta onu zehirlediği bilincine erince yalnız olmadığını fark edip huzura eriyor belki de ölüm yoluyla da olsa. Hangisi daha tehlikeli? Özlem Sezer’in Masallar ve Toplumsal Cinsiyet adlı kitabında sözünü ettiği kırmızı başlıklı pelerinin masalda tutku ve bekareti temsil edişinin karşısına cinsel arzusuyla dikilen kurt mu, yoksa Esir Sözler Kuyusu öyküsünde bir toplumda kadına cinsiyet rolleri biçip bu rollere uysa da uymasa da ona kendisini suçlu hissettirmek için kapısına kuyusuna gelip sürekli bu rollerin gereklerini tıslaya tıslaya dillendiren, bir kadın sözden ya da yoldan çıkarsa çürüse de ölemeyeceğini ona telkin eden yılanlar mı?
Gerçekler, sadece kendimizin bildiğini düşündüğümüz gerçekler bizi için için çürütse de öldürmez, ayakta tutar çoğu zaman. Daha doğar doğmaz içine yaşlanmış bir kadın korkusu sokuşturulmuş, dünyayı hem gecikmiş bir algı hem de sezgisel bir oyunla dinleyen bir kadının öyküsü son öykü “Üşüyen” ise. Bu öyküde kendi söylemiyle sahip olduğu her şeye katlanarak için için çürüyen, soluğu tükenmiş bir varlıktan ibaret genç kadın kendi gerçekliğini ancak kendinden kopup giden, onu karşıdan aylarca gözetleyen bir başka “ben”iyle buluşma fırsatı bulup onunla bir olduğunun, aynı olduğunun, kendisine sarılan bir “ben”in bulunduğunun farkına vardığında ölebiliyor. Peki gerçekte nedir buradaki ölüşün sebebi? Öykünün sonunda yüzleştiği erkeğe öfkeli olmadığını söyledikten sonra biraz olsun öfkelenecek kadar dünyaya ısınamayışının bu ölüme sebep olduğundan dem vuruyor kadın. Oysa o da farkında değil “Beyazgömlekli” diye nitelediği ve onun varlığına karşı kayıtsız, tepkisiz kaldığını düşünerek gelse de olur gelmese de dediği bu adamın aslında Mavisakal olduğunun. Kadının kendi tabiriyle “Bazen öyle durumlar oluyor ki acı çeken herkes ‘zalimiyle’ sözleşme yapıyor. Acıyı biraz olsun unutmak için…” Bu bahsi geçen sözleşmenin niteliği asıl masalda evlilik. Masalda hayatına yıkım getiren birini seçen küçük kız kardeş esir düşüyor ve denetim altına alınıyor. En küçük anahtarı kullanması yasak kadının, adamla ilgili “Sakalı aslında o kadar da mavi değil.” demeye devam etmesi gerektiği için. Kendisinden önce öldürülen diğer kadınların kemikleriyle mahzende karşılaşmamalı anahtarı kullanarak.
Öyküde “Beyazgömlekli”nin kendi anahtarı var kadının “ölüm mahzenine” çok yakın olan evinin kapı kilidiyle eşleşen. Evi tüm varlığıyla kaplayan bir adam bu da tıpkı Mavisakal gibi. Ayrıca kadın da Mavisakal’ın karısının kapının ardında ne olduğunu merak etmesi ve küçük anahtarı kullanması gibi kendi merakına yenik düşüyor içten içe. Kendisini çağıran ve kendi camgöbeği elbisesini giydiğini fark ettiği kendisine doğru giderken bölünmüşlüğünü, kendinden kopmuşluğunu, bu yolla öldürülmüşlülüğünü de fark ediyor ve “Merak, önüme çıkan aşılmaz bir duvar gibi büyük bir gölge düşürüyor zihnime.”diyor. Pek çok örtüşme var kadının geçtiği yollar ve vardığı yerle C. P. Estes’in Mavisakal masalını değerlendirdiği cümleler arasında. Estes’e göre Mavisakal gibi doğal yok ediciler kadınların en ruhani ve anlamlı planlarının ortasında beliriverir. Kadını sezgisel doğasından koparır. Tırpanlama işi bittiğinde kadın kendini, duygularının öldüğü ve hayatını sürdüremeyecek kadar zayıf düştüğü hissinden kurtaramaz. Kadının düşünce ve düşleri canlılıklarını yitirmiş bir halde ayaklarının dibinde boylu boyunca uzanır. İşte kadının bir “Beyazgömlekli” karşısında kayıtsız kalabileceğini ve ondan etkilenmeyeceğini düşünmesi bu cümleler ışığında büyük bir yanılgıyı ifade etmektedir. Her sabah yeni ve farklı biri olarak güne başlamasına rağmen her gece onu aynı tükenişin yorganlarına saran, kendi ölüm aşamalarına kendisini seyirci durumunda bırakan asli sebep de bu yanılgıdır kanaatimce. Bir kadın içten içe ölür ve bir öyküye dönüşür.
“Dil hep ağrıyan dişi yoklar. İnsan acıyı hep aklında tutar.” demiş Ingmar Bergman. Bu öyküler ve onların içine zerk ettiği acılarla kalemini oynatan rengarenk başlıklı küçük kız da aklında tuttuklarıyla büyümüş, kocaman olmuş. Esir Sözler Kuyusu içinde yer alan ve çoğunu bir ölçüde belleğin acı aşemesi diye niteleyebileceğim bu öyküleri okurken bize de o acının dile gelen tadını zevkle ağırlamak ve onu bir süre orada misafir etmek düşmüş. Ve gökten de üç elma düşmüş.
#türkedebiyatı #semakaygusuz #roman #edebiyat #inceleme #değerlendirme #özgeaykaç