“Bu ayrı dil, korkuyla, yalnızlıkla, doymamışlıkla, başkaldırmayla yüklüdür.”
Bilge Karasu, “Öteki Metinler”
Modern toplumun son iki yüzyıllık serüveninde hayatın iki yüzü kadar sanatın da hem toplumsal gelişmelerin ışığında hem de bireyin varoluş arayışları adına farklı yönelimleri, eğilimleri söz konusu olmuştur. “Toplum için mi”, “Sanat için mi” ikilemiyle aslında çoğu kez araçsallaşan sanat uğraşısı eylem haliyle zaten yaşamın içinden doğan, yansıyan bir boyuta sahiptir. Çoğu kez meselenin hem bireyi hem de bireyi çevreleyen toplamı kesen yanları olduğu belki de ancak modern dünyanın “özne-nesne” ilişkisine ve sanatın ve hayatın iktidar ilişkilerindeki yeri üzerinde daha fazla kafa yormamızla fark edilir olabilmiştir. Yaşamın insanı dönüştürdüğü noktada sanatın da uğradığı dönüşüm bir yandan sanatın kendi başına, tamamen öznel ölçütlerle inşa edilemeyecek bir süreç olduğunu da ortaya koyarken tüm sanat uğraşısının kendi adına bir direnme estetiği taşıdığı da görülebilmektedir.
Modernleşme mitleri açısından bakıldığında da kurmaca metinlerin bireyin serüvenini anlatırken Don Kişot, Faust, Don Juan gibi metinler, Avrupa eksenli dönüşümün bir parçası olarak bireyin edebiyat eylemini inşa ederlen aslında hem dönüşen hem de dönüştüren bir unsur olduğunu da ortaya koyar. Cervantes’in “akıllı delilik”inin, Don Juan’ın yerleşik değerlere karşı taşıdığı ezber bozan halin temel de bu dönüştürücü eylemin içinde ele alınması mümkündür.Yerleşik toplumsal yasaların iğdiş edildiği Sade metinleri için de ayrıksı bir estetik ve sanatçının özerkliği bağlamında metnin hayatın içindeki dönüşen ve dönüştüren yüzü okurca fark edilebilir. Modernist olan metinlerle modern olan metinleri ayıran Yalçın Armağan’ın değerlendirmesine gönderme yaparsak aslında her edebiyat metninin çağının değer yargılarıyla hesaplaştığı ölçüde “modernist” ve “özerk” bir yaratım olarak irdelenebileceği söylenebilir. Bu bağlamda Robinson Cruzo’nun modern romanın içinde yer edinse de modernist sayılamayacağı, ancak çağın ruhuna uyan metinler dizgesinde görülebileceği söylenebilir. O halde sanatın dönüşen kadar dönüştüren, rahatsız eden, ezber bozan, aykırı sesler taşıyan kapsamı, metin dizgesine sahip olması sanatçının özerkliği adına da önemlidir. Kendi şiirimizde asıl modernistlerin şiiri özerkleştiren “İkinci Yeni” sayılması da belki de bu gerekçeyle açıklanabilir. Ortaya çıktığı dönemde geleneksel edebiyat anlayışlarının “öteki” kıldığı ve yalnızlaştırmaya çalıştığı İkinci Yeni şiiri tam da Don Kişot, Faust’un ezber bozanlarını edebiyat dünyası adına taşımaktadır. Temelde edebiyat kurumunun belirlediği çizgiden sapmanın başlı başına bir özerkleşmeyi zorunlu kıldığı da aşikardır. Dönemin toplumcu şairlerinin cezaevlerinde eser yazmanın sancılarının yaşadığı bir dönemde iktidarlarla ilişmeyen İkinci Yeni için sanat tam da hayatın içinden çıkan ve hayatı zorlayan bir dil dizgesiyle dergilerde karşılığını bulmuştur. İktidarla tam anlamıyla savaşmasa da duyarlılıklar ve metnin imgesel yolculuğunda yine de politik atmosfer taşıyan bu ozanların sanat uğraşı diğer açıdan özerkliğin dilinin inşası kadar kanonun yıkılışı açısından önem taşımıştır. 1960’ların tutanakçı, öfkesini slogan kolaycılığında dışavuran diline karşı imgeyle yola çıkan Turgut Uyar, Edip Cansever şiirinde insani durumlar, yaşama tutunma uğraşı sözünü ettiğimiz sanatın dönüşen ve dönüştüren yüzüne dair önemli ipuçlarını da okura sunmaktadır. Don Kişot’un şövalyelik öykülerinin ironisinden yola çıkarken dönemin edebiyat kurumunu ve edebiyat kanonu da sorgulayan yönü bu açıdan söz konusu şairlerin şiir yazma serüveniyle de kesişir niyet ve sonuç açısından.
Kafka’nın anlatı dünyasında karanlık tablolar ve odalar boyunca çıktığı yolculuk da aynı şekilde anlatı dünyasının dönemi açısından ezberbozan ve modernist örnekleri bağlamında ele alınabilir ve “Dönüşüm”, “Dava” da bu açıdan Samsa’nın baştan kabullenilmiş “Böcekleşme”sinin ironisi olarak okunabilir. Modern edebiyatın Avrupa’dan başlayan gelişim çizgisinde bireyi özgürleştirme düsturunun zamanla bireyi “özgürlük” kavramı altında başka bir dil, kimlik ve varlık adına tutsaklaştırdığı 20. yy. gerçekliğinde sanatın aslında özerkliğini bu sefer modernizm adına yitirdiği görülür. Tam da bu noktada Kafka, Camus gibi yazarların dili estetize ederek, gerçekliği aslında daha da katı ve yüzleşmeyi daha sertleştirerek okura sunduğu görülür. Bu durum başlı basına yazarın özerkliği ve genel kabullere karşı ayrıksılığı adına değerli karşı çıkışların somut örnekleridir. Yıllar boyunca Balzac, Dostoyevski, Dickens gibi romantik ve realist çizginin izinden gitmiş birçok yazarın yepyeni bir insanı bu sefer bilinçaltındaki iğdiş edilmiş hayata ışık tutarak sunması da çarpıcı bir durumdur elbette. O halde sanat inşa ettiği kadar yıkandır bu yazarlar ve onların eylem hali göz önünde tutulduğunda? Faust’un bir bilgin, ilahiyatçı olarak kendi merak dürtüsü doğrultusunda iç yaşamındaki zenginliği, çatışmayı ve bir nice soruyu dış dünyadaki eylemiyle dönüştürme isteği ve Mephistotateles’le pazarlığı doğrultusunda Goethe’nin modernizmin ilk yıllarında modern mitin paradokslarını okura sergilediği düşünüldüğünde sanatçı tasavvurunun aykırı, ezberbozan yönünün başkalaşan insanı da bir sorgulama alanı olarak görmesiyle ilgili olduğu belirtilmelidir. Bu aykırılık aslında Virginia Wolf metinleri adına da söz konusudur. Bloombury grubundaki diğer edebiyatçılarla birlikte cinsel özgürlük, feminizm, intihar gibi kavramları işleyen yazarın bilinçli bir aykırılığın yalnızlığını metinlerinde yansıtmasıyla karşılığını bulmuştur. Dalgalar’da şiir ve düzyazının iç içe olduğu yepyeni bir romana yönelirken, Kendine Ait Bir Oda’da yazar kadın olmanın eril, erkek egemen edebiyat kurumundaki çatışmasını ve öfkeli seslenimini de yansıtabilmiştir. Dalgalar’da dış dünyayı yok eden yazar üç erkek ve üç kadının çocukluklarından yaşlılık dönemlerine kadar tüm hayatlarının anlatırken dış dünya nesnel olarak değil, ancak kişilerin iç dünyalarına yansıdığı kadarıyla verilir. “Bir olay örgüsüne uyarak değil, bir ritme uyarak” yazılmıştır söz konusu metin. “Şiir olmayan herhangi bir şey edebiyata neden girsin ki” diyen Woolf romanı dalgaların sesine ve ritmine uyarak yazar. Modern insanın sıkışmışlığı, yazgısına yazınsal bir başkaldırıdır sözünü ettiğimiz elbette.Bu yanıyla “kanon”a aykırı bir bilinç akışı tekniği, alımlanması zor bir metin dizgesi, yazarın iç savaşının hem bireysel hem politik bir kadınlık haliyle kesişmesini beraberinde getirir. Bu başlı başına yıkıcı, dönüştüren ve deviren bir sanatsal eylemdir elbette. Kafkaesk yazma eylemi de benzer paydada bir yandan bireyin dehlizlerine inen ama bireyi yaşadığı çağın içinde bir yüzleşmenin içine sokan bağlamda ele alınabilir.Modernist öykünün şaşırtmacalı, karanlık atmosferli yapısının sık sık karşımıza çıktığı Kafka metinleri deneyimlenerek algılanabilecek ve hatta dünyanın Kafkaesk hâline işaret eden bir görünüm arz eder çoğu kez. Eğri büğrü yollardan gidilen, çoğu noktada çıkmaz sokaklara varan boğucu, metaforik bir öykü atmosferi kurulu metin sezgisine de başkaldırarak okurla buluşur çoğu kez. Sevilmeyen baba figürü, daracık sokaklardan kaçma isteğiyle yaşanılan kaybolma hâli iktidar erkiyle yaşanan hesaplaşmayla yan yana durur. Baba figürü aslında sıkışmışlığın şehirleri, taşrası kadar yorucu bir iktidar imgesinin de alameti farikasıdır aslında. Girift örgü ve metinlerdeki karanlık dünya bu paydada daha anlaşılırdır okur için.
Yalnızlık, yabancılaşma ve edilgen bir direnişin izleriyle yürüyen Kafka metinlerinde Prag da yalnızca bir şehir değil, çocukluk, anılar dizisi ve baba figürüyle hesaplaşmadır elbette. Sanatçının estetik direnişi sayılabilecek bu durum Kafka’nın ölümünden yıllar sonra Hitler’in Prag’ı işgali ardından şehirdeki Kafka kitaplarını yakması ve Kafka’nın yaşayan akrabalarını Yahudi kamplarına göndermesiyle farklı bir şekilde faşizmin sanata dair rahatsızlığının somutluğunda karşılığını bulmuştur. Ezber bozan sanatın yerleşik kurallar ve iktidar erkiyle yaşadığı doğrudan ve dolayımlı çatışmasının en iyi örneklerinden biri sayılabilir bu durum. Tarihin en büyük kötücül baba figürlerinden biri olan “Hitler”in yazarın baba figürünü anımsatırcasına onun edebi serüveninin yok etme deliliğini buna bağlamak mümkündür sanıyorum.1990’lardan başlayarak “öteki”ni anlamak ve “öteki”ni anlatmak uğraşısı içinde varlığını ortaya koyan “queer” edebiyat anlayışı da benzer bir karşı çıkışı hem kanon hem de toplumsal ahlak açısından ezber bozan ve yıkıcı bir söylemle inşa etmektedir. Edebiyatın dünden bugüne sadece bir metin dizgesi, estetik haz eksenli bir doyum aracı olmadığını savunan “aykırı” sanatçı dili queer edebiyat için de bir kimlik dayatmasından kurtulma, bedensel ve cinsiyet rollerinden kurtuluş hareketi olarak görülebilir. Normatif yasaların edebiyat için de temel ahlaki doktrinler ışığında ve belirlenmiş cinsel yönelimler ve sevme halleriyle işlendiği düşünüldüğünde “queer” edebiyat tam da yeni bir kurmaca alanı olarak “yıkıcı” ve “yeniden kuran” özgürlükçü bir direnme estetiğiyle yola çıkmıştır.
Bütün toplumsal cinsiyetlerin, rollerin, kamusal alandaki hegemonyanın reddiyle karşılığını bulan bu kavram edebiyatımızda Arkadaş Özger’den, Bilge Karasu’ya, Küçük İskender’e kadar birçok edebiyatçı için “ötekiliğinin” keşfi ve ötekiliğin meşru bir estetiğinin inşasıyla karşımıza çıkar. Zaten edebiyatın başlı başına dolayımlı bir direnme estetiğiyle hem yaşamı hem de kendini dönüştüren, yıkan ve yeniden kuran ve hatta yaratıcı ozan ve yazarını yalnızlaştıran bir yönü olduğu söylenebilir. Sevişmenin ötekiliğinin, direnmenin çoğu kez yenilgilerle karşılığını bulmasının, genel kabullerin dışında bir hayat düşünü anlatmanın getirdiği “avangard” hallerin zorunlu sonuçlarıdır bu. Birçok açıdan toplumun ve toplumsal olanın acı bir gülümseme ışığında irdelendiği metinlerdir bu bağlamda giderek “öteki”nin edebiyatı elbette. Belki de Kafka’dan İkinci Yeni’ye, Woolf’tan Arkadaş Özger’e tüm sanatçıların sanatsal dilini besleyen tam da sözünü ettiğimiz dönüştürürken dönüşen ama bir yandan yalnızlaşırken “ötekiliğin” meşru savunmasını yapan dil ve üsluptur. Belki de edebiyatı gerçek edebiyat yapan da bu zorunlu “Ötekilik” değil midir?