Hayat dediğin bir oyundan ibarettir. O oyunda ya baş karaktersin, ya da figüran. Sana sunulan veya senin sunduklarınla ilgilidir. Zamanı durdurma, geriye döndürme şansın ve gücün olmadığına göre zamanın akışı içerisinde yön vereceksin geleceğine… Gelecek için de uzun vadeli planlar yapmadan yürümelisin. Çünkü gelecek her zaman belirsizdir. Senin dışında akıp giden zaman anlaşılmaz bir olayla rotasından çıkıp hayallerinde bile olmayan bir nehirde, okyanusa akabilir. Zamanın sana hüküm etmesine boyun eğmek zorunda kalırsın.
Bütün hayallerin paramparça, bütün düşlerin sis bulutlarıyla kaplanıverir. Sana ait olduğunu sandığın hayat anlamsızca başkalarının kontrolüne geçebilir. Her şey ansızın bir nefes misali oluverir. Bütün çırpınışların gideni getirmeye yönelikte olsa, boş bir avuntudan, gereksiz bir çabanın ötesine geçmez. Öyle durumlarda sükunete ve sabra sığınırsın. Her sığınma ile bazen yükün ağırlaşır, bazen de umutsuzluk deryasında gezinebilirsin. Hayatın gerçeği olarak kavramak istediğinde ise anıların çelikleşmiş duvarlarıyla karşılaşırsın. O duvarların ardındaki güzel hikayeler tesellin olur.
Edebiyata; bir geçim aracı olarak değil, yaşam biçimi, sanatın anlatma, kavratma ve demokratik özgür düşüncenin egemenliğinin etkili bir gücü olarak bakıyorum. Bu nedenle yazarken para kazanma, veba virüsüne bulaşma derdim yoktur. Her şeyden önce kendime karşı olan insani sorumluluğu yerine getirme olarak bakıyorum. Kaşılan çatları, bükülen dudakları sıkça görüyorum, değerli bir dostuma nazire olsun, umursamıyorum. “Dünyada umutsuz, yoksul ve zulme uğramış pek çok insan vardır. Benim gibi umutsuz bir insanın bu kötülükleri temizlemesi ve ezilen zulme uğrayan insanları kurtarması mümkün değildir. Bir taziye ve teselli görevindeki gözyaşlarımdan başka onlara verebileceğim bir şey yoktur.”
Öyle tumturaklı sözcüklerle cümleler kurmak diye bir derdim ve amacım yok. Edebiyatın derinliklerine inerken somut olanla yolculuk yapmaktan hoşlanıyorum. Kesin yargılardan kaçınırken edebi bir dille vurgular yaparak hikâyeleri veya hayatın anlamsızlığını anlamlaştırmaya çalışıyorum. Gönüllü olarak üstlendiğim bu sorumluluktan dolayı hiçbir zaman şikâyetçi olmadım. Bir yerlerde yazdığımı hatırlıyorum, hayatı şikâyetler üzerine inşa etmenin anlamsızlığını veya buna benzer satırları… Güçsüz, takatsiz, uyuşuk, itaatkâr insanların sürekli şikâyetlerle zamanı doldururken tükendiğini… Bir damlacıkta olsa bıraktığımız veya bırakacağımız emanetlerin hayatın anlamı olduğuna inanıyorum. Hatıralarımız geride kaldığından onları kilitleyip ya da yok etmenin imkânsız olduğundan anılara karıştıklarında hoş bir sedası olmalıdır. Nerden, neden geldik, nereye niçin gidiyoruz sorularına kısa yanıtlar veya anlamsız sözler o hatıraların satır aralarında gizlidir.
Hiçbir şekilde kendinizi başka hayatlarda aramayın. Çünkü her hayatın farklı bir hikâyesi vardır. Kendinize o hikâyelerde arayacağınız yer zaman kaybıdır. Benzeşen hayatların da hikâyeleri çok farklıdır. Her insanın içindeki duygu fırtınaları da, sürükleneceği denizlerdeki sükûneti de farklıdır. Gözlerdeki ve sözlerdeki ışıltıların benzerliğini görme şansımız yoktur. Sessizce son nefesi verirken ne düşündüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğimiz gibi…
Her insan kendisinden önce var olanların akıbetine mutlaka uğrayacaktır. “Kutsallıkta, ulvilikte, azizlikte“ atfedilse bu kaçınılmazdır. Sakın bana Tanrı sevdiği kullarını sınadıktan sonra yanına alır masalıyla yanıt vermeye kalkışmayın. Bütün inançlar Tanrı’yla buluşma, kavuşma formatıyla inşa edilmişte olsa gereksiz imtihanlarla kendinizi yormayın. Dirilecek olanın beden değil, ruh olduğunu gereksiz anlatmayın. Her şey o sessiz, son bakışların kapanmasıyla hatıralara dönüşür. Gerisi veya sonrası anlamsız ruhi yorulmalar, beyinsel egzersizler, yürekteki durulmalardır. Yeni bir hayat, yeni bir yolculuk, yeniden dirilme ve sonrasında ebedi var olma haliyle süren avuntular… Boş… Bu boş olma halinin yarattığı boşlukla anlamlaşan hatıralara karışmak…
İnsan farkında olmadan hikâyeler arasında yaşar. Kendi hikâyesi veya başkalarının hikâyeleri… Bunların bir kısmında olağanlık varken, bir kısmında da olağan dışılıklarla iç içedir. Ancak bu onun hikâyelerinin kendisini ele geçirmesine yetmez. Hayatı anlamlı kılan ruha sirayet eden, canlılık kazandıran birçok korkuyu yenmesini sağlayanın farkına varmasıdır. Hikâyelerimizin çoğu acı yüklüdür. Her bir hikâyeye yaptığım yolculukta yaşamların acı yüküyle karşılaşırım. Sözcüklerin diliyle nesillere onuru ve saygınlığı yitirmeden akar…. Yaşattığımız acıların kurallara uygunluğu tesellimiz olur. Ahlaki, vicdani çözülüşümüzü kuralların sığınağına havale ederiz. O kuralların güçlülerin giyotini olduğunu bilmekle veya bilmemekle ilgilenmeyiz.
Sessizce ve uysalca boyun eğeriz. Sözcüklerin gücünün bazen yaşanan acıların hakikati dile getirmekte yetersiz kalacağını düşünmeden, kuralların acımasızlığına katlanırız. Zamanın tüketemediğini biz tüketir, sonraki nesillerin emanetine bırakarak yolculuğumuza devam ederiz. Her yolun ve yolculuğun ruhumuza yeni acılar katacağından habersizce… Hayatın anlamı genelde bilinmeze yapılan yolculukta değil midir?... ”Yaşamımızın her anı yeni bir yaşam ve eski bir ölümdür. Biz geçip giden zamanda ölürüz, gelen zamanda yaşarız. Dünya üzerindeki yaşamımız sürekli bir yer değiştirmedir. Ölen sadece oğlum değildir. Bizler de her an ölüyoruz, her an yeniden doğuyoruz. Ölümün gerçeğini, o son acıyı yaşayacağımızı bilmekle birlikte sürekli acılarımızı yaşatma isteğimiz, arzumuz derin bir çelişkidir.
Yaşamın anlamı ve sırrı sevgide saklıdır. Bu sıradan bir sözcüğün ötesinde derinliği, yoğunluğu ve anlamı olan bir duygudur. Nefretin karşıtı sevgi… Çünkü “nefretle sorunları çözmek isteyenler daha çok mutsuzluk yaratırlar.” Hayatın gizemi mutluluğa ulaşma isteği ise –ki öyle olduğunu düşünüyorum ----nefreti yok etmeli… Ölüm, kutsal bir sonsuzluk görevidir. Doğaldır. Doğal olanı akışına bırakıp, ne zaman ölmek istiyorsak.. Ölümden korkmamak gerekir. “Kâinat bilinmeyenden gelip, bilinmeyene yol almaktır. Bilinmeyenleri ne kadar bilinen yaparsak o kadar fazla insan olacağız. Önemli olan zoru başarmak, bilinmeyene meydan okumaktır.” Ölümsüzlüğün tohumu olan sonsuz eserler yaratmaktır. Ölümsüzlük ancak; kin, nefret, vahşet ve dehşetten uzak yüreklerde var olan vicdanla yaratılabilir. Yaralı vicdanların ölümün kutsallığını derinliğini, yoğunluğunu, hafifleticiliğini, huzurunu anlamalarını bekleyemeyiz. Tamir edilmesi gereken öncelikle yaralı vicdanlar olduğundan başka vicdanlara dokunamazsın.
Dertli bir dünyada yaşıyoruz. Gülümsemelerin unutulduğu, sürekli bir iç huzursuzluk haliyle şikâyetçisi olduğumuz bir dünya… İçinde sıkıldığımız, bunaldığımız, arada öfke, nefret nöbetlerine yakalandığımız sükûneti korumanın güçlüğüyle…
Zaman akıyor, durmuyor, kendi mecrasında bildiği veya kurulu olduğu düzende ilerliyor. Çivisi çıkan dünyada hiç şaşmadan en doğru biçimde ve aldatmadan akıyor. Akan zamanla birlikte ömrümüzün hızlı tükenişini görememenin körlüğü içerisindeyiz. Ömürlerimiz birer damlacık iken bu kör dövüş, bu kavga, bu öldürmeler, bu kıyımlar, bu katliamlar niye… Miras olarak bırakacağımız kötülüklerden başka güzellik yok mudur?
Her ilerleyişleşişimizle birlikte daralan, bireyselleşen, birbirimizden uzak yaşamlarımızla sadece yalnızlık yolculuğunu ihtirasla, hırsla, tutkuyla sürdürüyoruz. Her yol alışla rahatlayacağımıza kedere sürükleniyor, farkında olmadığımız veya umursamadığımız yalnızlığımızla karşılaşıyoruz. Hüzün ve karamsarlık benliğimizi ele geçirmişken, ruhumuzdaki kırılmaları hissetmeyecek kadar duygusuzlaştık. Sürekli tüketiyor, sürekli şikâyet ediyoruz. Hayatı anlamlı kılacak veya geleceğe ufuk açacak umutlardan ve anlayışlardan o kadar uzağız ki! Kendi benliğimize sahip olamayan bir hiçiz. Aslında birer hiç olduğumuzun farkında olamayacak kadar da zavallı…
Hepimiz birer modern köle oluşumuzun farkına varamayacak kadar da zavallıyız… Çok güçlü olduğumuzu düşündüğümüzde de en küçük birer sarsıntıyla tuzla buz olan çaresizleriz. Hiçbir değerin anlamının olmadığı, her şeyin metalaştığı, benliklerimizin bize ait olmadığı bu “gayri ahlaki “ çağda yaşamanın sıkıcılığı sizleri sıkmıyorsa, sorun bendedir. Farkında olmanın ıstırabı, yükü ağır olup onu taşımak bana külfet gibi geliyor. Arada, bu çıkmazdan kurtulmanın bir yolu, bir yöntemi olmalıdır diye düşünüyorum. Bu bireyci, bu asalak, bu çürümüş, bu yozlaşmış, bu kötücül çağda insanın var olmasının çekilmezliği beni de içine çekiyor. Hayatın rutinleriyle boğuşurken gelecek tasavvurunun, kurgusunun ötelenmesinin çaresizliği beni esir alıyor.
Sürekli bir ağlama hali yaşıyoruz. Yüzler gülmüyor. Sadece yüzler mi, renkler de canlılığını yitirdi. Solgun, sönük, cansız. Dünyanın her tarafında kargaşa, keşmekeşlik, güvensizlik, umutsuzluk halinin egemenliği… Sistem sürekli mutsuzluk üretiyor ve kendi mezarını sessizce kazıyor. Tuzu kuru bir azınlığın huzurlu, mutlu olduğu yanılgısına kapılmayın. Işıltılı şatolarında, çelik duvarlarla çevrili saraylarında binlerce korumayla sürekli bir korkuyla yaşamanın çaresizliğiyle… İnsanın kendisine ve başkalarına uyguladığı ve yaşattığı işkencenin kime yararı var ?... Mazlum yokluğun, varsıl gücünün korkusunu yaşarken bu yaşlı gezegen sadece kırılgan… Bu kırılganlık haliyle dünyanın ahengi bozuldu. İnsan ve eseri olan her şeyin tadı kaçtı. Sürekli bir bozma, bozulma haliyle didiştikçe nefes alanımız daraldı. Renk bırakmadık doğallığıyla, her yer, her taraf yığınlara, molozlara, enkazlara dönüşecek betona büründü.
Hayatlarımız betonlaştı. Düşüncelerimiz, duygularımız bizim olmaktan çıktı, betonlara kurban edildik. Asık yüzlerle hapis edildiğimiz o beton yığınlarının meziyetlerini, güzelliklerini birbirimize anlatmanın boş avuntularıyla anlamlı yaşadığımızı sandık. İçindekilerin de birbirlerine yabancı olduğu o cilalı, boyalı moloz yığınlarının kapılarının ardında çilelerimizle zamanımızı tüketip doldurduk veya dolduğumuz zamanın farkına varmadan tükendik. Asıl sorun da, bu soluşu, bu tükenişi, bu yozlaşmayı durduramıyoruz. Tükenmeyi durduramıyoruz. Uçurumlardan düşen yaşamların parçalanışını göremeyecek körelmiş, duyarsız oluşumuz da çaresizliğimizin yansımasıdır. Anlamsızlaştırdığımız hayatlara dokunma diye bir derdimiz de, mecalimiz de yok. Birbirimize koşacağımıza, birbirimizi iterek, savurarak, düşürerek, ezerek, yok ederek uzaklaşıyoruz. Yalnızlığımızın yabancılaşması içerisinde yüreğim buz tutuyor. Temmuz sıcağında da üşüyor, buz kesiyor. Yalnızlaşmanın, yabancılaşmanın üşümesi…
“İnsanoğlunun kaderi hep aynı mı? Günah işleyen Herkül ile günah işleyen Hz. Yunus arasındaki fark ne ki? İnsanoğlu sadece Tanrı’ya karşı mı hesap vermek zorunda kalacak? Ne zaman kendi vicdanının sesini her şeyin üstünde tutmasını öğrenecek." Karşıtlarımıza karşı beslediğimiz nefret bizi sürekli yanlışlar yapmaya sürükler. Vicdanımızı köreltir. Körelen vicdan her türden kötülüğe hazır hale gelir. Vicdanları yaralananlar ise artık iyilikten uzaklaşırken, kendileriyle uğraşmak zorunda kalırlar. Hayatın anlamı biraz da günahın Tanrı’ya karşı değil de, insana karşı işlendiği gerçeğinin içselleştirilmesinden geçer. Korkuyla durduğumuz günah duvarının gölgesinden uzaklaşırken sevgi adacığında ruhumuzu arındırmalı, aydınlatmalı, ışıldatmalı ve çoğaltmalı. Tanrı’lara kurban vermekten, adaklar sunmaktan çok vicdanlara dokunmaktır derdimiz. Her dokunuşta çoğaldıkça yüreklere akar, beyinlere yerleşiriz.
Hayatın anlamı; iyi ile kötü, güzel ile çirkin, doğru ile yanlış… Zıtların farkında gizlidir. Vicdanımız bu zıtlıklar arasında tercih yaparken aslında bizim var oluş gayemizin yolunu da çizmiş olur. İyiye, güzele, doğruya… Ulaşmak, sahip olmak ve orada onurla durmak güç iştir. Ancak vicdanı körelmeyen, yitirmeyen insanların yeridir orası… İyiyi kötülüğe, güzeli çirkine, doğruyu yanlışa… Dönüştürmek kolaydır. Çünkü erdemli özelliklere ulaşmak zordur. Kötünün gücü, çekiciliği iyiyi esir alabilir. Ancak, kötü olduğunda kimse onu üzerinde taşımak, onunla yaşamak istemez.
Hayatım boyunca o kadar şey duyuyorum ki, artık anlatılan hiçbir şey çekici, ilginç gelmiyor. Hiçbir zaman ihtiraslarım, hırslarım olmadığından bu uğurda anlatılanları unutuyor, hafızamın kayıtlarına almıyorum. Hırs ve ihtirasın son durağı cehennemdir benim için. Çünkü o kişiliklerin ihanete her daim hazır olduklarını öğrendim yaşamımda. Hainin sevgisi de kendisi gibi çürüktür, bozuktur uzak duruyorum. Bu nedenle çok az şey duymak istiyorum. Kulaklarımın ağır işitmesinden değil zihnimin, yüreğimin ve ruhumun bu tür şeylerle meşgul olmasının gereksizliğine olan inancımdandır. İnsanı olgunlaştıran zamandan çıkaracağımız her ders huzura erdirir bizi. Yalın, saf, berrak bir sevgi ve haz… Bunun kıymetini bilen, anlamının derinliğine ulaşan insan mutluluğun erdemli duygusuna ulaşır ve tadabilir.
“İnsanlar doğuma ve ölüme bakınca azap veren son onları sarsar ve karamsar yapar. Oysa ölümle doğum arasındaki döneme bakmazlar. Gelişmiş ve gelişmekte olan uygarlıklarda pek çok kişi ölümü hafife alıp daha güçlü ve daha doğru bir bakışla bakmışlardır. “Ölüm ve özgürleşme arasında derin, vaz geçilmez bir ilişki vardır. Elimizdekini kaybetme, ölüm korkusuyla özgürlüğümüzden feragat edip, umursamadan yaşamın güncel ihtiyaçlarını gidermeye dalarız. Şu gerçeği kavramadan var olmanın zerrecik değeri de anlamı da yoktur. Bedenî ve ruhî varlığımıza sahip değilsek, bize ait değillerse bir hiçiz…
Korkuların doğallığını yadsıdığımı düşünmeyin. Benim; yükseklik, karanlık, yalnızlık… vb. birçok korkum var. Her insanın da bunlara benzeyen ve benzemeyen insanî bir çok korkusu vardır, doğaldır. Doğal olmayan, korkularımızı özgürlüğümüze tutsak etmek, başka yaşamları tutsaklaştırmaktır. Ve korkular üzerinden insanları terbiye etmek, kendisine benzetmektir. Özgürlük mücadelesinin özü; bireyin kendi bedeni ve ruhu üzerindeki mutlak egemenliğiyle doğrudan ilintilidir. Kendi bedeni ve ruhu üzerinde söz ve karar hakkına sahip olmayan bireyin özgürlüğünden söz edilemez. İktidarların bireyin emek gücü olan beden ile yaratıcılığının ve farklılığının özünü oluşturan ruha sahip olma amacı da bu değil midir?...Kol ve kafa gücünün sınırsız özgürlüğü !...
Ölüm bazen özgürleştirir. İşkence altında, zulümlerin bataklığında her türden insani değerden yoksun kalan bedenin varlığı azap verici. Kurtulmak ister o tutsaklıktan, zincirlerden. Bağlandığı, zorla tutulduğu o cenderenin ateşinde her gün yanarken ölüm kurtuluşun ötesinde özgürlüğün sembolüne dönüşür. Direnme ile teslim olma hali arasındaki ince çizgi, ruhun sükûnetine veya karmaşasına bağlı olup sabretmenin yarattığı tuhaf duygu oturur bazen kararlarımızın ortasına. Zulüm ve işkence hatıralarına yaptığım yolculukta vahşetin ötesindeki dehşetle karşılaşmak ürpertici ve korkutucudur. İnsanın bu kadar alçalması, sadistleşmesi, aşağılık bir mahlukata dönüşmesini izahta zorlanıyorum. “Ölmek istiyorum “ çığlıklarına karışan “yaşasın ölüm“ veya “ölüm yaşatır“ haykırışlarıyla iniltiye dönüşen arzuyu tarif edemeyiz. Zulüm her çağda ölümü ağırlaştırmak, işkence her dönemde ruhları esir almakta amaçtı. Ancak; işin tuhafı ortaklaşa işlenen bu organize suçun sorumluluğunun ve yükünün ve cezasının en tepedeki tek kişiye indirgenmesidir.
İşkence bir insanlık suçu olmanın ötesinde; en aşağılık, en iğrenç, en utanç verici, en sıra dışı, en eziyetli suçtur ve çok yönlüdür. En tepeden en aşağıya herkesin katkıda bulunduğu, bulaştığı, zevkle izleyerek uyguladığı sistemli, örgütlü bir kötülüktür. Ölümün her an arzulandığı o şiddettin, vahşetin, dehşetin yaşandığı zaman dilimindeki hiç kimse masum değildir. Emir–komuta zinciri diyerek geçiştirip masumlaştırılamaz veya birileri aklanamaz. Herkes; susan, katılan, uygulayan suçludur. Bedenin acıyla buluşturulması ve bundan zevk alınmasının iğrençliğini hayal bile etmek istemiyorum. İnsani vicdanın, insani duygunun tükenişi, bitişi diye basit anlatıma dönüştürebiliriz. Bunun ötesinde bir derinliği olmalıdır.
İnançlarıyla örtüşmeyen bir sadistliği bazen çözecek bir açıklamanın olacağını da düşünemiyorum. Hayatın anlamı ile ölümün gerçeği iç içe birer gerçek iken sizden olmayan, sizin gibi düşünmeyen, sizin gibi inanmayan, size hiç benzemeyen veya benzemek istemeyen bir bedene çektirilen eziyeti, ıstırabı nasıl açıklarsınız, onu da ben bilemiyorum.
Size hayat ve ölüm yolculuğunda insanın, insanlığın değişik dönemlerde, mekânlarda yaşadığı eziyetlerin örneklerini sunmaya çalışırken de ruhumun kanadığını, yüreğimin parçalandığını yazsam da sözcüklerin güçsüz, yetersiz kalacağını bilmenizi isterim.
Hayatın anlamına yapılan yolculukta ihtiyarlığın son haliyle karşılaşmak beni ürkütüyor. O bir yaşlıdırdan çok o bir ihtiyardır hitabı veya tanımı beni üzer. Yaşlanmak yaş almakla bağlantılı olmakla birlikte, ihtiyarlamak ölüme, o son ana biraz daha yaklaşmak olmalıdır. Birçok şey artık anlamsızlaşır. Otoritemiz, gücümüz, fikrî egemenliğimiz, söz tanımazlığımız, aşağılayıcı bakışlarımız, nefretlerimiz, öfkelerimiz, coşkularımız, sevinçlerimiz, sevgilerimiz… Geride kalmıştır. Havada asılı kalan bu anılarımızla baş başayız. İhtiyarlığımızın bize tanıdığı en önemli hak olan tecrübelerin de etrafında kimsecikler dolaşmaz veya yararlanma gereği duymaz. Oturduğumuz koltukta, uzandığımız yatakta bakan ölgün gözlerimizle bir an önce bitmesini bekleriz “huzura ermenin“ o son anlarını.
Cansız bedenin son hatırası gözümün önünde, sessizliğiyle bana bakarken, acının ötesinde derin bir kederle hiç akmayacak sandığım gözyaşlarımın pınarını açtım. Dökülen her damlanın körelen gözlerimi bulanıklaştırması, zihnimi karartması, yüreğimi burkması dışında elimden bir şeyin gelmemesinin çaresizliğiyle baş başayım. Hayatın bütün anlamı ve özeti cesedin bana sessiz ve bitiş bakışlarında gizleniyor, toplanıyor.
Bütün didişmeler, çatışmalar, kavgalar, kibirler, ihtiraslar, hırslar, mütevazilikler, anlayışlar… o göremeyen sessizlikle birlikte hatıralara karışıyor. Kimi uzun süreler sizinle dolaşacak ve sonraki nesillere akacak, kimi de kısa süre sonra unutulup kaybolacak hatıralara dönüşecek. Var olup, insanlaşmamızdan bu zamana ulaşan geçmişten gelen, tekrara dönüşen, ancak hiçbir dersin alınmadığı bir ömrün tükenişi… Hiç tükenmeyecek kadar uzun, bir nefes kadar kısa… O son nefesle birlikte hatıralara dönüşen, hikâyelere konu olan yaşanmışlıklar. “Sesimi duyan var mı“ çığlığında hayata tutunmanın arzusuyla, güçsüzlüğün verdiği ıstırapla ölümle uyumak arasında geçen zaman aralığı…
Sessizliğe ve sonsuzluğa yolculuğun kabullenişi ile biraz daha nefes almanın inanılmaz mücadelesi. “Ne olur“ birazcık daha hayatta kalayımın yalvarışı ile sonsuzluğa ulaşmanın arzusu. İnancın gereği huzura ulaşma isteği ile bilinmezliğin karanlığına yol alışın kısa hikayesi. Doğuşun bilinmezliği ile gidişin bilinmezliğinin doğallığı arasındaki tezat. Her canlının tadacağı ve zorunlu karşılaşacağı son. Bütün bilinenlere rağmen, bilinmezlik düşüncesiyle yaşanan, yaşatılan acılar. Ne uğruna? Hüküm etme mi dersiniz, ihtiras mı dersiniz, kibir mi dersiniz, zevk mi dersiniz ne derseniz deyin o son andaki çaresizliğe boyun eğersiniz. Boyun eğerken de o güne sahip olduklarınızın veya sahip olmadıklarınızın kıymet-i harbiyesi yoktur.
Geride kalanlar için artık; kaygılanmanıza, üzülmenize, kibirlenmenize, gururlanmanıza… gerek kalmayacaktır. İçinde olmayacağınız, varlığınızın hissedilmeyeceği gezegeniniz dönmeye devam edecek, bilinmez yolculuğunu sürdürürken yeni yolcularıyla bazen tekrara dönüşleriyle varlığını sürdürecek. Belki o da bu yolculuktan zamanı gelince yorulup derin, son uykusuna dalacak. Yaşarken zihinlerinize kazınan ebedilik masalı son bulacak.
Zihnim aralıklarla ölümle yoğun bir iletişime geçiyor. O derin uyku halinde nelerin hissedildiği veya hissedilmediği duygusuyla… Belki de gereksiz ve anlamsız bir merak diyenleriniz olacaktır, biliyorum. Bir dostumun uyarısını anmadan geçemeyeceğim. Okurlarımı çok umursamadığımı, onlara tepeden baktığımı, küçümser bir tavır takındığımı söylemişti. Haklılık payını göz ardı etmemekle birlikte, meraklı ve anlayışlı okuyucunun benim düşüncelerimi anlayacağına inanıyorum. Yazarın; çektiği ıstırabı, harcadığı emeği, verdiği zamanı, üretmek için zihinsel çabasını ve yorgunluğunu düşünecek olursanız, okuyucudan biraz emek ve zaman harcamasını beklemenin de yazara tanınmasını, bir ayrıcalık olarak değil, hak olduğunu düşünüyorum. İtirazlarınızın yükseleceğini düşünerek bu konuya kısa bir ara vermenin gereğine inanıyorum. Sakın bunu da bir kaçış olarak değerlendirmeyin.
Kendi ölümümü hiç düşünmüyorum. Ne zaman istersem o zaman gibi… Benim dışımdaki bir felaketin beni bulması halinde ise; katlanır mıyım bilemiyorum. Benden çok genç olanlara benden önce ölmeleri halinde ne kadar kederleneceğimi söylediğimde yaşlanmanın kapımı hiç çalmasını istemediğimi de söylüyorum. Bazılarının inançları gereği “kader” de ne varsa gerçekleşir itirazlarını duymadığımı da sanmayın. Ancak ölümle pazarlık yapacak durumda olmamakla birlikte bu anlamsızlaştırılan gezegenden ayrı düşmekte zoruma gider bilesiniz. Ancak, randevu saatim geldiğinde de kaçmayı düşünmüyorum. Hepsi bu kadarmış diyerek sessiz ölüm uykusuna yatarım. Hayat yaşandığı kadardır…
"Ötesi hatıralarda bir iz ya da hayallerde bir umuttur…” Beni kahırlandıran tek şey üstlendiğim sorumluluklarımı yerine getirememiş olmaktır. Zamansızlıktan mı, zamanı verimli kullanmayı geç öğrenmemden mi bilemiyorum, zaman hep yetersiz kalmış duygusuyla, suçlulukla o son ana kendimi teslim edeceğim. Hiçbir zaman hırsla ve aç gözlülükle bakmadım yaşama… Tutkulardan uzak, ihtirasa bulaşmadan sakin, sabırlı ve sadece kendimin değil, başkalarının da yaşamın anlamına ulaşmalarına çabaladım. Görevimi bitirmiş olmanın huzuruyla o son an geldiğinde zaten ölmüşümdür. Yaşamam artık bir yük, fazlalıktır. Ölümümle başlangıç hakikatim son bulmuş olur. Geriye kalacaklar veya geride kalanlar için nasıl bir hatıra olurum bilinmezliğiyle huzurla gitmek isterim. Siz buna gönül rahatlığı da diyebilirsiniz. Acı çekmeden, ıstıraplara uğramadan kendi halinde uyuyakalmak…
Duygularını erteleme… Her öteleme sonrası geriye dönüp baktığında ruhunu saran ve derinden etkileyen bir pişmanlık duygusu seni yaralayabilir. Yaşanması gereken yaşanmalı deriz de çoğunlukla içinde bulunduğumuz toplumun normları nedeniyle erteler veya uzak kalırız. O uzak kalışların ruhumuzda açtığı gedikleri, kesikleri, çizgileri fark etmeden yaşam yolculuğuna devam ederiz. Fark ettiğimizde ise artık çok geçtir, o küçücük çiziklerin koca bir yaraya dönüştüğü gerçeğiyle karşılaşırız. Ve kalan ömrümüzü ağır bir yük olarak taşırız ruhumuzda… Bedenin ağırlıkları taşıma ve katlanması kolaydır da ruh için aynı kanıya, sonuca ulaşmak çok zordur. Ne yapalım; hayat böyleymiş deriz veya bir çok avutucu, anlamsız gerekçe sunmaya çalışırız.
Geleneksel aklın yerine; kışkırtıcı, aykırı, yaratıcı, sorgulayan ve önermelerde bulunan özgür aklı koymak zorundayız. Gelenekçi akılda, tutsaklık, bağnazlık, itaat vardır. Bu nedenle çatışma kaçınılmazdır. Gelenekçilerin -muhafazakarların - çıkmazı burada düğümleniyor. Geçmişin aklına takılı kalma, akıllarının üzerine yeni düşünceler inşa edememe.. Hâlbuki insanlık sürekli arayışlarla yeni düşüncelere ve yaşamlara şüpheci, meraklı akıllar sayesinde ulaşacaktır. Geçmişten beslenmek ile geçmişe takılı kalmak birbirinden çok farklıdır.
Dışımızdaki olaylar içimizdeki fırtınaları ortaya çıkarmak için sadece küçük bir nedendir. Fırtınaları dindirmek bizim yetkinliğimize ruhi zenginlik ve yoksulluğuna kalmıştır. Hayatın anlamı yeniyi aramakta; kısıtlayıcı, yasakçı, cezalandırıcı, özgür akıldan yoksun eski aklın yerini alacak; şüpheci, meraklı, yaratıcı, ortaklaşa, özgürlükçü, değişimci bir akıl ve yaşama uzanmaktır. Belki de hayat anlamlı olur, yaşanılmaya değer hale gelir. Azap veren, çileli, çürümüş, yozlaşmış bir hayatın anlamı zaten olamaz.
Bilgilerimiz, gözlemlerimiz, bilincimiz bize yazmanın malzemesini sunar. Ne kadar iyi bir gözlemci, izleyici olursanız olun derinlikli, güçlü bir kültürel birikime sahip değilseniz uzak durmalısınız yazmaktan veya girişiminden… Burada aklın olgunlaşmasına müracaat ederiz diye düşündüğünüzü hisseder gibiyim. Peygamberlerin ilhamları veya rüyalarıyla bunu açıklamak ise yetersiz ve anlamsızdır. Her sunulan eserin öncesindeki birikim ve hatıraların varlığı asla yadsınamaz. Sorun bunları yazıya aktarma sanatındaki hünerinize kalır. “İnsan yaşlandıkça doğup büyüdüğü yerin sığınılacak yer olduğunu hisseder. Çocukluk hatıralarına sıkça yolculuk yapılmasının en önemlisi bu özlemdir. Ait olduğu yeri sığınak olarak görme, bir nevi huzurla buluşturan huzurevi… Çocukluğa uzanan her yazım serüveni olayın ve kurgunun gerçekliğine biraz daha yaklaştırır. Hayatın anlamına ilişkin sorularımızın bir kısmı ile ölüm arzumuz veya korkumuz oralarda saklıdır. Çoğunlukla sandığa kilitlediğimiz o hatıralar ölüm yakınlarımızdan birisinin kapısını çaldığında ortaya çıkıverir. Şaşkınlıkla bu kadar anıyı nasıl biriktirmişim diye sorarız kendimize… İnsan belleğinin gücü burada ortaya çıkar. Hayatı sorgulayan ve anlamlandıranlar için…
Var olanla yetinmek benim doğama aykırıdır. Bu nedenle eleştiri ve öz eleştiri benim gelişimimin özelliğini oluşturur. Yaratıcılığın ve değişimin temelinde, arayış, kuşku ve ütopya vardır. Hayallerini ve düşlerini çoğaltamayanların bugünü ve geleceği yaratmaları mümkün değildir. Savaşsız, şiddetsiz, kansız, ölümsüz bir düşle uyanırım arada ve sonsuz bir mutluluk duyarım. Düşüyle mutlu olduğum bir dünyada yaşama hayali beni çoğaltır, yaşama sevinci verir. Her türden “kutsalın” ve “dokunulmazın” sıradanlaştığı bir dünya… Sınırsız ve sınıfsız adil bir dünya… Her türden “ötekinin” yerini alan kardeşliğin türkülerinin, ezgilerinin, şarkılarının birlikte haykırıldığı ve ölümün değil yaşamın kutsandığı bir dünya… Kısacık ömrümüzde, niye paylaşamayız ve katlanamayız ki birbirimize… Hemcinslerine bu kadar acı yaşatan insanlarla aynı gezegeni paylaşmak ıstırap veriyor. Yaşam sonrasının mutluluk avuntularıyla değil, yaşamın kendi mutluluğuyla ilgileniyorum.
Yazmak, yaratıcılığımın ve paylaşmamanın en etkili aracı olduğundan bu yana kendimi huzurlu hissediyorum. Yazdıklarım yaşamımda görünürde hiçbir değişiklik yaratmıyor. Böyle bir amacım da yok. Çıktığım yazım serüveninde, öykülerin düşü ve gerçeği arasında dolaşırken, yaşamımdan kesitler sunmanın sakıncasını görmüyorum. Birçoğumuzun çeşitli ahlaki kaygılar taşıdığı bir dünyada kendimi ifade etmenin güçlüklerini aştığımı düşünüyorum.
Yazarken insani olanı öne çıkarmak… Yıkım araçlarının, yok etme kültürünün yaygınlaştığı günümüz dünyasında insanların gözlerindeki ışıltıyı yakalamak, yansıtmak… Yaşamı; sadece bir umut değil, anlamlı kılmaktır amacım. Yaşamın değişik tatlarını, renklerini, dokularını, ayrıntılarını sevgi yumağı içerisinde sizlerle paylaşmaktır benim önemsediğim. Etrafımı gözlerken, kişileri ve olayları değerlendirip yorumlarken saplantılardan uzaklaşıyorum. Küçücük bir kıvılcımın yüreklerdeki etkisini ve ateşini önemsiyorum. Yaşam önemsenecek kadar kısa ve değerlidir. Yazarken geleceğe seslendiğime inanıyorum. Yazmak benim için bir dertleşmedir. Beynimi boşaltırken yeniden çoğalmanın anlamlı oluşunu görüyorum.
İnsanları düş dünyama taşırken ve ütopyalarımla tanıştırırken mutlu oluyorum. Birçoğumuz düşlerini başka baharlara erteler. Hızla akıp giden zaman yetişemeyeceğimize göre, yapılması gerekeni zamanında yapmalıyız. Ayrıca yaşamı ardından ağlanacak kadar değerli kılmak önemlidir. Bir damla gözyaşıyla ardımızda bıraktığımız bedenimizin ıslanmasının önemli olacağına inanıyorum. İnsanın kısa yaşam serüveninin; dolu, yaratıcı, üretken, verimli ve yaralı geçmemesi benim kaygım.
Anlamsızlık kişinin yaratıcılığını, kendine olan güvenini ve sorumluluk duygusunu yok eder. Bu nedenle hayatın anlamına yoğunlaşıyorum. Her yoğunlaşma hayatın anlamını bana öğretiyor ve kavratıyor. Bireysel ve toplumsal yaşamda var olmanın gerekçelerini sunuyor. Aksi durum gerçekten anlamsızdır. Neden, niçin varım sorularına akılcı yanıtlarımız, eylemlerimiz yoksa o zaman gerçekten hiçiz. Bütün insanların anlam peşinde koşmasını bekleyecek saflıkta değilim. Ancak, geçici bir ikametgâhın konukları olarak gereğini yapmamız gerektiğine inanıyorum. Edebiyat serüvenini de bu açıdan önemsiyorum.
Sadece bir serüven olarak değerlendirmenizi de istemiyorum. Bu dar, sıkıcı, yetersiz bir bakış olur. Ben bu serüvende verebileceklerimi maksimum düzeyde edebi bir dille vermeyi önemsiyorum. Avam dilinden kaçınarak, edebi yazıyla ve düşünceyle… Her yenilgi sonrası nefesimiz kesilir bir süreliğine… Ancak nefes almaya başladığımızda huzur buluruz, rahatlarız. Sürekli yenilginin içinde dolanıp kendimizi tüketmemiz nefes borularımızı tıkar, ayağa kalkmamızı ve yeniden üretmemizi zorlaştırır. Anlamsızlıktan kurtulmanın yolu bilimin yolundan ilerlemektir. Geçmişte nasıl ki putperestlikten kurtulmak için dine sarılıp kurtuluş çareleri aradıysak, günümüzde de bilimin yolundan dinden kurtulmamız gerekir. Yazarken umutlarım çoğalıyor. Karamsarlıktan uzaklaşıyor, geleceğe olan inancım ve güvenim artıyor.
İnsanın gözlere, yüreğe, ruha sahip olması bir şey ifade etmez. Bu var olmanın doğal özellikleridir. Önemli olan, sahip olduğun şeylerle farklılıkları görebilmektir. Herkes gibiysem anlamsızlıktayım demektir. Hayatın anlamının peşinde koşarken aslında var olmanın sorgulanmasının izini sürüyorum. Neden, niçin, nasıl… Sorularına asırlardır aranan yanıtlarının izini sürmek.
Sözcükler kâğıda geçtikten sonra benim olmaktan çıkıyor. Artık geçmiş ve gelecek yolculuğunda kendisine ait olmaya başlıyor. Bu yolculuğun anlamsızlaşması veya kendisine uygun bir mekân bulmasını da umursamıyorum. Su akar yolunu bulur misali, bırakıyorum, gitmek istedikleri yere gitsinler. Kaderci bir anlayışa yöneldiğim yanılgısına da kapılmayın hemen. Belki güvenli bir liman bulup bir süreliğine konaklar, dinlenmeye çekilirler. Veya bir başka yazara asırlar sonrasında delirme anlarında bir dip not olarak ilham kaynağı olurlar. Sakın bu satırları yazdığımda karamsarlık içinde melankolik bir ruh haline sürüklendiğimi düşünmeyin. Gayet berrak, dingin ve umutluyum. Hayatın anlamının sırrının içimizde olduğu gerçeğine ulaşmaya çalışıyorum. Ruhun çırpınışı, yeniden kendisi için var olmasıyla mücadele içinde olduğumu bilmenizi isterim.
Hayatın okulu; yeni mekânlar, yeni yüzler, yeni yolculuklardır. Bakmasını bilen gözlere, duyumsamak isteyen ruhlara, rahatlamak isteyen yüreklere yeniler eklendikçe ufkun genişlediğini, sözcüklerin çoğaldığını, duyguların yoğunlaştığını görürsünüz.
Yola çıkmadan önceki halinizi bir yerlere kısaca not edin ve dönüş sonrasıyla karşılaştırın. Farkı veya farkları görüyorsanız okulunuzdan beslendiniz demektir. Aksi durumda ise yollardan ve yolculuklardan vaz geçin. Çünkü size katacağı hiçbir şeyi bulamayacaksınız. Her yolculuk sonrası yeniden doğma hissiyle güne uyanır ve görünenlerin, gördüklerimin notlarını kağıda aktarılmış haliyle zihnime kazırım. Bir sonraki yolculuğumda kazınanlarla birlikte çoğaldıkça büyüdüğümü, olgunlaştığımı, zenginleştiğimi ve içime sığmaz kabıma, yüreğime yerleştiğimi görürüm. Tükenmesini istemediğim zamanın beni yeni serüvenlerle buluşturmasının heyecanıyla kendimce dersler çıkarır, yeni yolları, yolculukları özlemle beklerim. Daha önceleri yaşadığım bu bozkır kentini sevdiğimi ve uzun süre ayrı kalamayacağımı sanırım bir yerlerde yazmıştım. Ayrılık ve sonrası dönüşte bu kente kavuşmanın heyecanı, coşkusu ve mutluluğuyla tomurcukların filiziyle yeniden çoğalıyorum. Sükûnetine kavuşmanın, huzuru bulmanın sevinciyle zihnime nakış edenleri paylaşmanın hafiflemesiyle…
Uzun süreli kalıcılıklara, konaklamalara değil de kısa süren, tadında kalan, sıkıcı olmayan yolculuğun ruhumun arada kanayan yaralarına iyi geleceğine, geldiğine inanıyorum. Bunda belki de yaşadığım bu sevimli bozkırın kentine özlemin süresini uzatmak istemeyişimin de etkisi olmalı… Hayatın anlamı; kalıcılıkta, yerleşiklikte değil de, ne istediğini bilmekte geçiyor gibime geliyor. Bir yere çakılı kalmanın oraya ait olma hissini güçlendirmeyeceği gibi kısa süreli ayrılıkların da uzaklaşmaya yol açmayacağına inanıyorum.
Sözcüklerin büyüsüyle yolculuğun gizemine yol almalı… Sıradışı görülebilecek yaramazlıklar yapmak, farklılıklar yaşamak… Bir trene kaçak binmek, el kol hareketleriyle bağırarak konuşmak, yolun ortasına uzanıp trafiği kilitlemek, bir lokantadan arsızca sıvışmak, bir kadına onun taciz diyebileceği benimse hoş söz olarak gördüğüm sözcükler ve bakışlar bırakmak, yarı çıplak caddelerde dolaşmak…
Hayatın anlamının klasik kuralların duvarlarında yankılandığını, ufak yaramazlık ve farklılıkların tutsağına dönüştüğünü görürüz. Yollarda ve yolculuklarda bunları yaşamasam da, yaşayanları bölük pörçük gördükçe belki gıpta ile belki özlemle, belki tiksintiyle… Ancak uhde olarak bizimle olduğunu bilmenin acısıyla yaşarız, hissettirmeden. Çünkü biz akıllı, olgun, dengeli, uyumlu… Olma halimizi yitirmekten korkarız aslında… Yitireceğimiz toplumsal gücümüz, itibarımız, iyi yurttaş olma meziyetleridir. Korku yine bizi esir alırken ona tutsak düşmekten de korkarız. Ancak; sıradanlaşan, rutinleşen, tekrara dönüşen bütün düşüncelerimizden ve davranışlarımızdan kopuş bizi korkutur. Hayatımız ve karşılaştığımız olaylar, yaşadığımız hikâyeler bir süre sonra olağanın bir parçasına dönüşür. Çünkü asıl yaratıcı ve kahraman biz değilsek içinde bulunmayı bir süre sonra hafıza depomuza yöneltiriz.
Orada bir süre konaklar geçici mi, kalıcı olacağına karar verir. Kendi hikayemiz veya başkalarının hikayelerinde yaşarken sahip olduğumuz güç ve etki bir süre sonra kendisini hissettirir. O hikayenin bir serüven olmamasıyla değil de, yaşanmışlığıyla kuracağımız bağ sahiciliğine anlam katacaktır. Yaşadığımız veya yaşadığını sandığımız bir çok olaydan haz alıyor nefret ediyorsak hayatın tılsımlı anlamına ulaşmışız demektir. Anlam sadece hatıralara gizlenmişliğinde veya yaşanmışlığında değil, bize yüklediklerinde de gizlidir.
Hayatı arada zorlaştırdığına da inansak yaşanmışlık anlamlaştırıyor. Yaşadıklarımızın felsefesini, düşünsel çizgisini, uyumunu, uyumsuzluğunu, aykırılığını düşünmeden yaşarız çoğunlukla… Doğruluğunu hesap etmez, hakikati aramayız. Hayat her zaman ve durumda oturup formüller ve ince hesaplar üzerine inşa edilemez ki !.. Bizi derinden sarsacak, yaşamımızı kökten değiştirecek bir olay rastlantıyla bizi bulduğunda da farkında olmadan veya sorunu düşünmeden yaşamış oluruz.
Yazarken; kürek mahkûmu, gönül yorgunu, asi, uslanmaz kişiliğin beni ziyaret etmesine engel olamıyorum. Olsun… Anlamlaşan hayatın içindeki bu küçük ayrıntılar, farklılıklar beni mutlu ediyor. Kendimi hümanist olarak adlandırabilirim. İnsani değerlerin korunmasını dert edinirim. Hiçbir politik yapıyla organik bir birlikteliğim yok. Veya öyle bir bağlılığa ihtiyaç duymuyorum. Politik bağlılıkların itaati, kurallara bağlılığı zorunlu hale getirmesinden dolayı özgür kalmayı, düşüncelerimi kısıtlamadan sunma şansını yok edeceğine inanırım. Ayrıca toplumsal kuralların sıkıcılığının yaratıcılığı engellediğine inanıyorum.
Kültürel birikimimi alçak gönüllülerin hizmetine sunmayı amaçlarım. Hümanisti gözleri dalgın, yorgun bir dula benzetirim. Veya bu benzetmenin benim ruh halime çok uygun düştüğüne inanırım. İnsani olan ahlakı katı bir dindarlığa yeğlerim. İnsan sevgisini yüreğinde taşımayanların katı bir yürekleri, incelmiş bir vicdanları olacağından acımasızlıkta kural tanımayacaklarını düşünürüm.
Doğanın muhteşem gücü karşısında, küçücük varlıklarımızla var olmaya çalışmanın dayanılmaz hafifliğiyle yolumuzun arayışlara sürüklenmesinin iç huzurunu yaşıyorum. Sorumluluklarımızla doğanın gücünü insan denen canavarlarca talan edilmesiyle değil, onunla barışık yaşamının kazandıracaklarla ilgileniyorum. Felsefî derinliklerde gezinirken yeni düşünceler katmanın kaygısıyla… Her denemede dağarcığımda bulunan ve eklenenleriyle akan sözcüklerin büyüsüyle yol almanın huzuru… Dikkatinizi çekmiş olmalıdır ki yol yolculuğumun huzura ulaşmasını, bizi dönemsel değişse de gerçekle buluşmasını arzuluyorum. Kötülüğün silindiği, iyilik perilerinin insana hüküm ettiği değil yol arkadaşı olduğu bir sükunet…
Dünyanın kötülüklerinin avının peşine düşüldüğünde huzur bulacaktır. Her avcı kötülüğe bir şövalye ruhuyla karşı çıktığında, zırhını kuşanıp savaştığında belki huzur bulacağız. Huzurla merhamet arasında bir ilişkide kurabilirsiniz. Aslında huzurun olduğu yerde “merhamete, şefaate”, Tanrı’ların lütfüne de yer kalmayacaktır. Tanrı’ların var oluşu “merhamet “ ve “şefaat” dilenciliği, yoksulluğun ve huzursuzluğun eseridir. Bunu bilen her dönemin muktediri de insanları terbiye etmek için sürekli bir yoksulluk halini olağanlaştırır. Tuhaf olan; yoksulların bu kısır döngüden kurtulmak için dayanışma duygusundan yoksun, yoksul olmalarıdır. Bilinci belirleyen yaşam koşullarıdır tezinin her gün yeniden ispatlanmış haliyle yaşarız.
Hayatın anlamıyla ilgili doyurucu, tatmin edici düşünceler sunmadan ölümün kasvetini kavrayamayız. Birbirini besleyen iki duygu; yaşam ve ölüm.. Biri diğerinin bağrında doğarken aynı zamanda birbirini de farkında olmadan besler. Ölümü çok sık düşünmemim belki de en önemli nedeni sevdiklerimizin ardından oluşan keder ve boşluktur. Son yolculukta onların göremediği ancak bizim yaşadığımız acının kederi ve çaresizliği… Bütün yakarışlarımız, çığlıklarımız, haykırışlarımız acının derinliğinde kaybolurken, uğurlama törenindeki duruşumuz bir ayindeki metanete ulaşır. Sükunet ve sabır bizi yoklar. İçimizle, kendimizle, benliğimizle, ruhumuzla geçen anlık hesaplaşmaların sessizliğine çekiliriz. Şair, “babamı kaybettim kör oldum.“ derken yalnızlaşmanın, güçsüzleşmenin, çaresizliğin vurgusundadır aslında… Eşyaların bile yeri değiştiğinde huzursuz olmaları gibi yok olan, nefesi olmayan, ruhu artık bizimle anlık gezintilere çıkan bedenin kaybolmasının yarattığı kederi, boşluğu anlamakta, kavramakta yaşadığımız zorluğun izahını, güçlüğünü sizin takdirinize bırakıyorum.
Ölmek önemli değildir. Önemli olan gerektiğinde, zamanında ölmektir. Bu nasıl olacak sorusunu duyar gibiyim. Öyle hayatlar var ki yaşamaları etraflarına büyük dert açmaktan, çile çektirmekten, acı yaşatmaktan başka bir şeye yaramaz. Var olmaları sadece yüktür. Zamanında ölmeliler ki geride kalanlar birazcık huzur bulsunlar. Sakın buradan yola çıkarak güçlülerin güçsüzleri eleme, arındırma, azaltma girişimlerini önerdiğim, desteklediğim sonucuna ulaşmayın. Benin böyle bir düşüncem yok. Zaten emir vermeyi de, emir almayı da sevmem. İkisinin de aynı kapıya çıktığını düşünürüm; itaate.. Ben hayatım boyunca itaatlerden çok sesli itirazların anlamlı olduğuna inanıyorum.
Her ölüm geride yüklü miraslar bırakır. Mal, mülk, güç mirası benim ilgi alanım olmayıp, umursamıyorum da… Benim sözünü ettiğim miras hatıraları, hikâyeleridir. Uzun zamanlar bizimle gezintilere çıkan, bize yol gösteren, orada farkında olmadan görüşüne başvurduğumuz, danıştığımız hatıralar… Sandığımızın ötesinde hissettiğimiz kadar yaşarız. Yaşarken de ölümün hatıralarına yolculuk yapabiliriz. Gitmenin unutmak anlamına gelmediğini, bende bıraktığı gözlerde saklı olduğunu, yüreğimin gözlerine bakarken anımsıyorum.
Gülü dalında bırak. Oraya yakışır. Kopardığında nereye koyarsan koy bir gün solar. Gözlerin en güzeli kalplerdedir, orada bırakırsan hiçbir güç onu oradan çekip alamaz. Ruhu besleyen o gözler hiç solmaz. Hatıralara karışsa da o gözler hep seninledir.
Mezar taşlarına her bakışımda, dokunuşumda yaşamın an kadar kısa oluşuna şahitlik ederim. Veya mezar taşları bana, senden öncekilerin ihtirasları, hırsları, zulümleri, ayrıcalıkları, şatafatları, sefaletleri, cehaletleri, bilgelikleri, haykırışları, çığlıkları, iniltileri, yalvarışları… Hepsi burada ve bir taşın altında, toprağın emanetinde der. En güvenli yerde, toprakta… Yaşarken bir santimi için birbirinizi boğazladığınız acımasızlıkta vahşette sınır tanımadığınız yerde…
Ne garip değil mi !...Uğruna bütün haksızlıkları yapmaktan çekinmediğiniz o toprak adaleti ile sizi, bedenlerinizi çıkarsızca adilce bağrına basıyor. Mezar taşındaki birkaç cümle özetiniz oluyor, emanetçilerinize.. Birçoğumuzun ve çoğunuzun unutulanlar külliyetindeki kayıtlarının bile değerinin olmadığı, olmayacağı, gezegenin birer damlacığı olmayan yaşamlarının son sığınağı veya huzurevi…
Ölümle yalnızlığımızla yüzleşiriz. Yalnız varlıklar olmanın huzursuzluğunu ölüm sonrası huzurunda ararız. Birçok dostumuzun, arkadaşımızın varlığı da yalnızlığımızı unutturmaz. Aslında bütün gerçek mezar taşındaki yazıda ve üzerimize örtülü toprağın altındadır. O mezar taşları beni hayatın anlamı üzerine düşüncelere sürüklüyor. Sürekli bir sorgulamayla geçen bir arayış… Bu arayışta ilk durağım insan sevgisine oluyor. Bir süre orada mola verip, dinlenmek , huzuru tatmak, tattırmak istiyorum.
Karşılıklı anlayışın olduğu, sadakaya, merhamete uğramayan bir sevgi…. Kederlerin paylaşıldığı, sevgilerin çoğaltıldığı bir sevgi… Beklentilerin, tükenişlerin, tüketilişlerin son bulduğu, ışıltının ve titreşimlerin birlikte hissedildiği bir sevgi… Her türden kötülüğün silindiği, yok olduğu, yok edildiği, birlikte yaşamın tohumlarının filizlendiği, gürleştiği, sadabat bahçelerinin bizi bağrına bastığı, aydınlığın ışıltısıyla karanlığa hüküm ettiği bir sevgi… Sevgi haliyle yazmanın yaratıcılığına inanıyorum. Daha akıcı, üsluplu, zengin, anlayışlı, eleştirel, sorgulayıcı…
Kin, öfke ve nefrette ise yaralayıcı, yargılayıcı bir ifadeye sürüklenirsiniz veya en azından benim ruhi halime uygun düşmediğinden uzak dururum. Her şeyden önemlisi de insanın kutsallığının bütün kutsallıkların yerine geçtiği bir sevgi…
O mola yerinin geçici bir konaklayıcısından çok kalıcı bir insanı olmak isterim. Mezar taşlarından yansıyan hüzünden dolayı böyle düşünmenizi istemiyorum. O taşlar hatıraların gerçekliğine dönüşürken bize bıraktığı hikâyelerinin ibretinden yararlanmak istiyorum. Anlamsız yaşamın bir taşla mirasa dönüşmesinin ötesinde emanetinin derinliğini kavrama isteğindendir her şey…
Asırların emanetinden bir ders almadan eğer yolumuza devam ediyor, iyilik adına hayatı anlamlaştıramıyorsak sorun ilahi dinlerin size sunduğu sırat köprüsüne olan inancınızın sorgulanmasından geçer. İlahi dinler öncesi bir çok inançta da benzer sevapların, günahların varlığını yadsıdığını düşünmeyin. Yaşamın çilesinin ölümün huzuruna yüklenmesinin en önemli nedeni de ölüm sonrasının bilinmezliğinde huzura ereceğinin beklentisi değil midir? Bu nedenle çileli yaşamlar son bulduğunda “huzura erdi “ deriz.