1 dakika okundu
Kabuk Bağlamayacak Yara : 04.17/Selman BÜYÜKAŞIK

Geçen yıl, 6 Şubat sabahının çok erken saatinde başucumdaki telefonum çaldı. Bu saatte çalan telefon beni korkutur. İstanbul’daki oğlum Erinç’ti arayan. Ne oldu acaba? “Baba, Maraş’ta, Hatay’da deprem olmuş! ”Aklıma gelen 4-5 şiddetinde olabileceği. “Olabilir, dedim. “Yedi buçuk şiddetindeymiş, baba!” Ben “Neee?” diye haykırmışım. Bu haykırış hâlâ beynimde, içimde. Yetmedi, Hatay, dokuz saat sonra daha şiddetli ikinci bir darbeyi yedi. Ve günler, aylar boyunca bitmeyen sarsıntılar. Devlet yok, ilgili yok. Dört gün boyunca. Sonra ilk hizmeti çadır satmak olan Kızılay…

Depremden sonra üç kez gittim Antakya’ya. İlki partinin gönderdiği, haftada bir değişen gruplardan biriyle. Gelen yardımları dağıtırken insanların o bencilliği, açgözlülüğüne tanık oldum. Aynı kişilerin günde en az iki kez gelip giyecek ve diğer yardımlara üşüşmeleri kimi zaman dizginlemediğim öfke yarattı. İkinci ziyaret, yaşlı annemle vedalaşma amaçlıydı. Bu yılın ilk ayın başındaki üçüncü ziyaretse annemi toprağa vermek içindi. Her iki ziyarette bu depremzede kentte insanın çürümesine, yozlaşmasına, gaddarlaşmasına ilişkin tüyler ürperten yaşanmışlıklar duydum. Sinirlerim gergin, umudum yorgun döndüm.

Son iki bin yılda, hatta son seksen, doksan yılda yaşanan depremleri, sel felaketlerini düşünüyorum ve asrın felaketi şimdilik bu son depremi. Asıl sorumluları, onların iğrenç yalanlarını, sorumlu bakanın depremden iki ay sonra ‘hayat normale döndü’ sözlerini, pişkinliklerini… Peki, insanımızın hiç mi suçu yok? O çürük binaları kim yaptı, kim yaptırdı? O rezil imar aflarını kim istedi, kim alkışladı? Ve haliyle bu felakette yine en ağır faturayı yoksul, güçsüz ve çoğu masum insanımız ödedi.

Boşuna bu halka “Kaderdir bu!” demiyorlar. Hatta “Tanrı cezalandırdı!” diyen aşağılık din adamı müsveddeleri bile oldu. Kimileri, “Allah, onları yanına aldı!” kurnaz güzellemeleri yaptı, yapıyor. Dört gün devletin ortada olmadığı bu felakette halkı sakinleştirmeye, ölenler adına rahmet dilemeye çıktı o canım misyonerler. Enkaz altında hâlâ canlı, kurtarılmayı bekleyen insanlar varken… Doğa gaddar, doğa acımasız ama asıl suçlu rezil, adaletsiz düzeni yürütenler ve bu düzenden şikâyetçi olmayan açgöz ya da aymaz insandır.

İsrailli tarihçi-yazar Yuval Noah Harari, ‘kapitalist tüketimci etik’ terimini kullanıyor, Hayvanlardan Tanrılara- Sapiens kitabında (Kolektif Kitap, 2015). Bu etiğin ideallerini şöyle açıklar: ”Bu yeni etik, zenginlerin yaşamlarını açgözlü ve daha fazla para kazanmakla uğraşarak geçirmeleri, geniş kitlelerin de arzularını ve tutkularını gidermek için daha fazla satın almaları koşuluyla cenneti vaat ediyor. Bu, tüm yapılması buyrulanlara inananların yerine getirdiği tarihteki ilk dindir. Peki, bunun karşılığında cennete ulaşacağımızı nereden biliyoruz? Çünkü televizyonda öyle gördük.”

Acının, öfkenin olduğu yerde umut vardır. Shakespeare, Can Yücel’in o güzelim çevirisiyle 66. SONE’de bakın ne diyor?


Vazgeçtim bu dünyadan, tek ölüm paklar beni/ Değmez bu yangın yeri avuç açmaya, değmez. 

Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini, /Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,

Değil mi ki ayaklar altında insan onuru…  /O kız oğlan kız erdem, dağa kaldırılmış,

Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru. /Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş.

Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın, /Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,

Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,/Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e…

Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama /Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

Hayli karamsar, umutsuz bir ruh durumunu anlatan ama bir o kadar da öfke dolu. Öfke varsa direniş umudu da var demektir. Shakespeare, ‘Vazgeçtim bu dünyadan, tek ölüm paklar beni’ derken ‘vazgeçmek’ sözcüğünü ilk anlamında kullanıyor: Kendi hakkı olan ve en kutsal bir hak olan yaşamak hakkından kendi isteğiyle feragat etmek anlamında. Ama bu vazgeçiş seve seve, bile isteye bir feragat değildir. Nedenleri, gerekçeleri sonraki dizelerde açıkça belirtilmiş ve bu duruma, rezilliğe, hak edilmemiş baskılara duyulan öke de dolaylı olarak sertçe belirtilmiştir. Bu da alttan alta bir umudu sezdiriyor insana. Karamsarlığa, küskünlüğe yol açan nedenler sayıldıkça insanın öfkesi, direnci de artıyor inadına. Asıl şaşırtıcı olan, bunca yıl önce yazılmış bu dizelerin güncelliğini korumuş olması, hem de yabancı bir ülke insanı için. Bu da sanatın, şiirin insan, toplum gerçeğini yansıttığında nasıl ölümsüz olabileceği. Ayrıca, sorunların, acıların, haksızlıkların yüzyıllardır süregeldiğini. Buna mim koyalım.

Böyle korkunç bir felaketi yaşamış, kendisi tesadüfen hayatta kalmış bir depremzedeyi düşünün! Yalnızlık duygusu, sosyal bir varlık olan bu insan için ne büyük bir sorundur! Emily Dikson’ın şu dizeleri ne kadar anlamlı: “Başka bir kalp gidemez/ Kırık bir kalbe/ Aynı imtiyazdan/ Muzdarip olmadıkça kendi de.” A. Çehov da başka bir gerçeğe dikkat çekmişti: ”Mutluyken görmezden geldiğin şeyler, mutsuzken canını yakar. Çünkü insan, hatalarını hep mutsuzken anlar.”

6 Şubat Derneği’nin özverili ve aktif gönüllüleri alkışı hak ediyor. Bu inatçı çabalarıyla, başka sivil kuruluşlarla kurdukları bağlantılarla buradan, Hataylı mağdurların bu yalnızlığına çare olmaya çalışıyor. Bağlantısız, yalnız insan mutlu olabilir mi? Bülent Usta, Bağlantısızlık başlıklı yazısının başında şu unutulmaz saptamayı yapmıştı:”Bir gruba kendin olarak, yargılanmaksızın bütün kusurlarınla dahil olmak, başlı başına iyileştirici bir etkide bulunur.” Yazısının devamında da şunu diyor:”Byun- Chul Han, bağlantısızlığı ‘dünya yoksunluğu’ olarak tanımlamış. Bağlantı yoksa dünya da yok. Anlam, ancak ötekiyle kurulan ilişkide ortaya çıkar. Göstergebilim açısından da bir gösteren, ancak bir gösterilenle anlamlı olur.” (21 haziran 2023, BirGün)

Sözlerimi şu anlamlı fıkrayla tamamlayayım: Öğretmen, öğrenciye sorar:”Canlılar kaça ayrılır?” “Dörde ayrılır, öğretmenim!” “Bana yanlış gibi geldi ama say bakalım.” “Bitkiler, hayvanlar, insanlar ve çocuklar.” “Çocuklar insan değil mi çocuğum!” “Haklısınız, öğretmenim. O zaman üçe ayrılır: bitkiler, hayvanlar ve çocuklar.” “İnsanlara ne oldu?” “Kalplerinde sevgiyi yeşertip düşünebilenler hep çocuk olarak kaldı, diğerleri hayvanlaştı.”

Bu dernekte özveriyle, canla başla çalışan bu çocuk kalmışları ayakta alkışlayalım.


İzninizle, yüzyılın felaketi bu depremin acısının bana yazdırdığı şiirlerden ilkini okuyayım:


SESİMİ DUYAN VAR MI?

Onlar donuyorken odam sıcacık/ Ben tıkınırken aç, çıplaktı onlar…/ Bir baba tutarken enkaz altındaki/ Kızının çoktan soğumuş elini/ Çifte bir deprem yaşıyorum ben de/ Çoklu bir sarsıntı, çok ani saldırı/ Enkaz altında kalmadım, ayaktayım/ Ama kim ölçecek içimdeki hasarı?/ Bir kez daha haklı çıktı Dostoyevski:/ Sevgiden çok, nefrete güvenmeli,/ Yok çünkü, hiç yok onun sahtesi./ On bir ilden yükselirken ortak çığlık:/ Devlet nerede, kimse yok mu, yuuh!/ Tekbirle susturuyor o kullanışlı güruh!/ Kesilmiş taşıyıcı kolonları ülkemin./ Hesap sormazsak enkazdan çıkamayız./ Dar günlerde hep sınıyoruz insanı/ Peki, neden sınamayız beton tanrısını/ Kim çıkaracak enkaz altındaki anılarımı? “Kırılmadıkça yer üstündeki pay hattı/ Can yakacak hep, yeraltındaki bu fay hattı.”/ Hey, sesimi duyan var mı?