2 dakika okundu
Mırıldandıklarım/Mehmet Ali GÜNER

GELMEYENİ BEKLEYEN ADAM..

İzmir'e günü birlik bir iş için bir gün önceden yola çıktım. İzmir'e Çanakkale üzerinden gitmeyi daha çok seviyordum. Bir parça daha uzun ama daha güzeldi güzergah. O yüzden güzelgah derdim. Özellikle Kaz Dağları'nı doya doya seyretmeyi hep istemişimdir. Hele hele Bahram Kale'de Assos'u seyretmek, hiç gelmeyecek olanı özlemek gibi bir duygu sanki.O akşam mesai bitimine doğru Edremit/Akçay'da mola verdim.

Bir şeyler atıştırdım ve iskelede gün batımında telefonla fotoğraf yakalamaya çalışırken bir ses duydum. Bir trompet sesi. Acıklı acıklı çalıyordu. İçgüdüsel olarak ışığa hareketlenen pervaneler gibi, etrafta akşamı karşılayan onlarca insan yavaş yavaş sesin kaynağına doğru hareketlendik.

Bir adam, tam denizle karayın birleştiği noktada, denize yan dönmüş şekilde trompet çalıyordu. 

Aklıma Portekizli kadınların okyanusa açılan ve bir daha görüp göremeyecekleri meçhul kocalarına, sevgililerine ağıt olarak söyledikleri fadolardı geldi. Adam kimse için değil de bir daha hiç gelmeyecek biri için çalıyor gibiydi. Belki ölen, belki de Tehlikeli Oyunlar'daki Selim Bey'in Nazlı'sı gibi kendisini terk eden karısı için, bilinmez. 

Trompet denen son derece basit aletle, insanın içine işleyen ve kendimi Angelopoulos filmlerinde hissettiren bir ortam yaratmıştı adam. Tam denizin kenarında ve izlendiğini, dinlendiğini, beğenildiğini umursamadan nefesini notaya tahvil ediyordu.

İÇ ÇEKİŞLERİM...

Yatağında uzanmış, gözlerini tavana dikmiş vaziyette düşünüyordu. Öylece bakıyordu. Düşünceler art arda sıralanıyordu beyninde. Her düşünceyle beraber saçlarına bir ak konuyordu. İntiharı bile düşünmüyor değildi. Hayat onu çok yormuş ve insanlar çok yıpratmıştı. Yılların vermiş olduğu yılgınlık ve sıkıntılar onu öylesine bir uçurumun kenarına getirmişti ki, tek çarenin ölmek olduğunu düşünüyordu.

Bir markette çalışıyordu. Müşterilerin kasadan geçirdikleri eşyaları poşetlere dolduruyordu. Günde yaklaşık on saat çalışıyordu ve aldığı para çok cüzi bir miktardı. Yaşlı olduğu için ona ağır işleri vermiyorlardı ama alacağı ücreti de buna göre düşük tutuyorlardı. Yalnız yaşıyordu. Ucuz ve üçüncü sınıf bir motelde kalıyordu bir süredir. Odası çok küçüktü. Yalnız kirli bir yatak, küçük bir masa ve ufak bir penceresi vardı. Tuvaleti ve banyosu bile yoktu odada. Bu ihtiyaçları için, motelin lobisine iniyor orada ihtiyaçlarını görüyordu. Hemen yan odada kalan yaşlı birisi daha vardı. Onun hıçkırıklarını duydu. Hıçkıra ağlıyordu yan odada kalan komşusu. Hüzünle kaplı bir motel'di adeta. Hiç kimse mutlu değildi. Kimse birbirine merhaba bile demiyordu. 

Hıçkırıkların sesine karıştı yalnızlığı. Daha kötü hissetmeye başladı kendini. Sabah olunca, eli göbeğinde, suratı kocaman ve yağ fıçısını andıran, kel ve kibirli patronunun yüzünü görecek, önce markete paspas çekmesini isteyecek, sonra da kasiyerin yanına gidip, poşetleri doldurması istenecekti. Sert ve kibirli bir ses tonuyla emirleri alacaktı tok. Ailesi de yoktu om’un. Tam altı yıl hapiste kalmıştı ve içeriden çıktıktan sonra, dışarıdaki yaşama uyum çekmede sorun yaşıyordu. Sudan çıkmış bir balık gibi hissediyordu kendini. Ne yapacağını bilemiyordu.Gözünü tavana dikti ve tekrar düşündü. İşten, motele gelirken satın almış olduğu ip aklına geldi. 

Çekmeceye koymuştu. Elini yavaş adımlarla çekmeceye götürdü ve ağır hareketlerle aldı eline. Ayağa kalktı ve halatı tavandaki çengele bağladı, sıkı bir düğüm atarak. Kirli ve kötü kokan yatağının üzerine oturdu. Bir sigara yaktı ve tüm yaşadıklarını dumanına katarak üfledi yere doğru. Kafasını kaldırdı ve gözlerini tavandaki ipe dikti. Dışarıdan gelen sokak köpeklerinin seslerine karıştı düşünceleri. Sigarasını kül tablasına götürüp söndürdü. Saçlarını güzelce taradı ve en sevdiği mavi takım elbiseyi giydi. Yüzü gülümsüyordu. Uzun zamandır kendini bu kadar mutlu hissetmiyordu. Sandalyenin üzerine çıktı ve halatı boynuna geçirdi. Bundan sonrası artık özgürlük içindi. Son bir kez baktı odasına ve ufak penceresinden dışarıya sandalyenin üzerinden. Gülümsedi gökyüzünde kanat çırpan kuşlara, imrenerek...

Gün batıyor yine. Kulaklıklarımı çıkardım. Gökyüzünü, uzakları izliyorum, çevreyi dinliyorum. Doğanın, insanlığın, hayatın sesi kulaklarıma doluyor. Bunalımlarım, çocukluğumdaki gün batımı ile ilgili güzel bir anımda ve günün batışının estetiğinde kaybolup gidiyor. İzliyorum, ama kendi gözlerimden farklı gözlerle izliyorum. Kendi bakış açımdan farklı bir bakış açısıyla görüyorum. Kendi hayatımdan farklı bir hayat ile bakıyorum. Göğün maviliği, siyahlığa doğru ilerliyor. Göğü sevmek, bir insanı gerçekten içten sevmek gibi. Onun mavisi de güzel, kırmızısı da, sarısı da, gökkuşağı da, siyahı da, yıldızları da… Her haliyle seversin göğü. Gerçekten seversin. Karanlığına baktığında ayrı seversin, yıldızlarına baktığında ayrı seversin, mavisine baktığında ayrı seversin. Ve bir gün daha batıyor ömrümden. Bir gün daha gidiyor hayatımın derinliklerinden. Belki hayatım da yavaş yavaş kararmakta, ama göğün siyahı ve yıldızı ne kadar güzelse, hayatım da karanlığa ilerlediğinde o kadar güzel olacaktır… Ama şimdi karanlığı düşünmenin değil, maviliğin tadını çıkarma zamanıdır. Hala mavilik varken, hala gündüzü yaşamaktadır tat. Günler geçerken, geçişe değil, güne bakmaktır anlam. Hayatı tatlı kılmayı bilmektir yaşamak. Güzel bir gün daha bitmekte… 

Hayata, yaşamaya, kötüye, iyiye ve her şeye rağmen güzel bir gün geçiyor hayatımdan. Bir günün, 65 yıllık bir ömürden farkı yoktur. Onun tadı, anlamı, o güne bakıştadır. Ona ve kendine saldırmak, öfkelenmek, üzülmek, o günü yaşamamış olmaktır; her ne olursa olsun. Çünkü gün, sadece o belirli duygulardan ibaret değildir, o bir günü öyle anmak senin tercihindir. Senin kötü bakışın günün güzelliğini etkilemeyecektir, bu sadece seni etkiler. Gün sana rağmen güzeldir, senden önce de, sonra da güzel olmuştur, olacaktır. Tek bir yaşamın varken, onu da en kötü hislerle harcarsın, ve karanlığa bürünürsün. Bu, senin tercihindir. Güle güle güzel gün. Hoş geldiniz karanlıklar ve yıldızlar…