3 dakika okundu
Modernin Temsili Olarak Kentler, Yazarlar/Erinç BÜYÜKAŞIK

Modern anlamda kent olgusuna 19. yüzyılın ilk çeyreğinden bugüne dek kent farklı açılardan ve disiplinlerden bakılmış, kurmaca metnin çoğu kez başat mekan ögesini belirleyen ve edebiyattan sosyolojiye,kent sakinlerine farklı kavramsallaştırmalar üzerinden tartışılmıştır kent ve yazar ilişkisi. Kentin İster bir kartpostalda, ister kent romanlarında veya harita üzerinde imgesel bir göstergeye dönüştüğü görülmekte, James Donald’ın söylediği gibi, “kent" bir görme tarzı, bir görünür olma yapısına dönüşmektedir bu noktada.

19. yüzyıldan günümüze kadar genel anlamda ‘modern kent’ olarak adlandırılabilecek mekanlar da ilk bakışta heterojen insan kitleleri ile anlam kazanan ve geniş alanda yoğunlaşmıs  ‘modern mekanlar’ olarak görülebilir Sennett’in deyimi ile “Modern mekanlar bir yatak odası gibi sessiz yahut bir psikiyatristin divanı gibi sakin olmak yerine, başkalarıyla, başkalarının kalabalığıyla doludur.”.  Metropolis, urban, city, polis, kent, şehir, büyükkent gibi karşılıkların her biri farklı açılımlara işaret eterken edebiyatçı için hem bir sığınak hem de bir sürgün yerine dönüşebilmiştir.


Urban anlamında da karşılığını bulan kent kavramı kökeni ’tan türemekte ve Richard Sennett’in  Gözün Vicdanı adlı kitabında St. Isidore’un (yaklaşık 560-636) Etimolojiler Kitabı’na atıfta bulunularak kentin taş yapısını temsil eden bir kavram olarak verilmektedir. Urbs’tan türeyen urban; kent mekânlarının yollarından, heykellerine, surlarından binalarına dek mimari dokusunu oluşturmaktadır. Oysa kent, sadece urban kavramının altını çizdiği maddi mimari yapıdan fazlasına işaret eder. Bu felaketin mimarisi ile insanın ve kültürün rolüyle şekillenen toplum-yaşam örüntüsüdür kuşkusuz.

Yazar ve kent ilişkisi bağlamında ele aldığımızda hem dünya edebiyatı hem de Türk edebiyatı adına mekan, kent kavramları yazarın “düşünsel” atmosferini şekillendiren ve hatta kente dair “hemşehrilik” bağlamını da tesis eden bir aidiyet halini de ortaya koymaktadır. Bu açıdan Dostoyevski örneklemiyle bunu dile getirirsek Dostoyevski, ilk kez 1839 yılında öğrenim için geldiği Petersburg kentinden 1849 yılında siyasi sürgün olarak ayrılmış ve Sibirya'da geçen hapis ve sürgün cezasının ardından yurt dışı gezileri dışında yaşamını Petersburg'da geçirmiştir.


Yazarlığı ve düşünsel gelişimini sürgün yıllarını belirlediğini söylemek mümkündür bu açıdan Dostoyevski’nin 1849 ’daki Sibirya sürgününe geçen  evrede en çok etkilendiği Rus yazarının Gogol olduğu da görülür.

Rus edebiyatında Gerçekçi akımın ilk temsilcisi sayılan Gogol'ün Palto' sunun 1842'de yayımlanmasından üç yıl sonra Dostoyevski de ilk romanı İnsancıklar'ı (1845) yayımlar. Küçük bir memurun yaşamını tüm trajedisiyle işleyen Gogol, insanların bütün ömürlerini bir palto sahibi olmak adına bürokrasi çarkında yok oluşunu yansıtır bu metin. Gogol’ün izinden giden Dostoyevski de gözlerini Petersburg dünyasına çevirirken küçük memurların ağırlıklı olduğu Petersburg’a dair eleştirel bir izlek inşa eder. İnsancıklar’da roman kahramanı Devuşkin ilk mektubunda kentin içindeki “delik”lerden ve her odasına ayı bir kiracının tıkıştırıldığı sıkışmış insan tiplerinden söz eder. Büyük bir apartmanın mutfak köşesine sıkışmış Devuşkin kendi yaşam koşullarının boğuculuğunu sıklıkla aktarır. Öte yandan biraz nefes almak için kentin daha güzel semtlerinde dolaşma isteği varlıklı azınlığı görünce yaşadığı şaşkınlıkla karşımıza çıkar. Kitapta yer alan Petersburg betimlemeleri oldukça ayrıntılı ve gerçektir. Dostoyevski, öykü boyunca Devuşkin'in içine düştüğü gülüncü gerilimle birlikte bir trajikomediye dönüştürür. Devuşkin kendi kendine ben bir insan mıyım, çizme tabanı mıyım diye sorarak bir “hiçlik” ve “var oluş” açmazını kentsel mekanla ilişkilenerek aktarır.

Sürgün yıllarını katiller, hırsızlar arasında geçiren Dostoyevski yaşamında ilk kez bu dönemde "halk"ı yakından tanıma olacağı bulur. Ancak Tolstoy'un. Turgenyev'in bildiği Rus köylülerinden, ya da Dostoyevski'nin çocukluğunda tanık olduğundan farklı bir halktır söz konusu olan. Bu insanlar işledikleri suçlar için toplumun geleneklerine bağlı bir pişmanlık ya da vicdan azabı duymadıkları gibi Çarlık Rusya’sının çözülüş ve çöküşünün manzaraları Suç ve Ceza’da olduğu gibi “hukuk”un sorgulandığı bir düzlemde gerçekleşmiştir. Ceza, hukuk, adalet ve metafizik bakış Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler gibi yapıtlarda ahlaki bir başkaldırıyı da görmek mümkündür. Evrensel kardeşliğe gönderme yapan “Hıristiyan var oluşçuluk” bağlamında söz konusu yazarları okumak mümkündür bu bağlamda.

Kentin yoksullukla ve kent yoksullarıyla daha görünür olmaya başladığı Rus romanlarında giderek kır hayatının yerini kentlerin soluk ve boğucu manzaraları alırken Turgenyev, Gorki gibi yazarların doğa görüntülerine dair yüzeysel ve dekoratif betimlemelerden daha fazla serin ya da bunaltıcı sıcaklıktaki şehir sokaklarının ya da o sıkıntı verici tavan aralarının, tozlu, kirli avluların anlatıldığı görülür. 'Kapalı bir odada'  kahramanlardan biri 'düşünceler bile kapalı olduğunu düşünür bu romanlarda.

Dostoyevki metinlerinde sıklıkla karşımıza ucuz pansiyonlar, daracık sokaklar, bina aralarındaki geçitler karşımıza çıkmaktadır. Yazar, yüksek sosyeteyle, lüks yerlerle ilgilenmez üstelik. Orta sınıfın canlı tablolarından söz etmek mümkündür kent ve yazar ilişkini ele aldığımızda. Küçük devlet memurları, kentli aydınlar, yoksul öğrenciler, Petersburg’un karmaşası umutsuz bir savaşımın içindedir üstelik. Yazarın kahramanları egemen sınıflardan nefret ederken  politik, toplumsal bir boyut içermeyen, yalın bir nefrettir bu. Çizdiği bir çok karakterde, çıkmaza girmiş olan toplum-birey bunaltı ve nefret paradigmasıyla şekillenir. Donald Fanger  Suç ve Ceza’ya dair bir değerlendirmesinde Petersburg'un anlamını çözümlerken, kentin tecrit edilmiş bireyle özdeşleştiğini vurgular. Ona göre Dostoyevski'nin Petersburg miti tam bir tecrit edilmişlik duygusuna dayanmaktadır. Yoksul insanların yaşadıkları odalar ve apartman daireleri, Raskolnikov'un, tabutum, dediği odasıyla simgelenmektedir.

Devasa blok apartmanların içinde, genellikle pis ve karanlık bir merdivenle ulaşılan tepedeki oda, Petersburg kentinin yarattığı bu hücreler ve kapana kıstırılmış gibi yaşayan insanlar , bu fantastik kentin bir ürünüdür ya da aşırı ölçüde büyümesinin bir sonucudur. Böyle yerlerde hayal kurmak mümkündür ama Raskolnikov örneğinde olduğu gibi, bedensel ve zihinsel sağlığı korumak imkansızdır. Raskolnikov bu korkunç odadan kurtulmak için kendini sokaklara atarken boğucu bir havasızlık karşımıza çıkar.

Kent ve roman ilişkisi bağlamında 19. yüzyıldan başlayarak Modernist yazarların kente bakış açılarını ele alırken 20. yüzyılın ilk yarısında Batı toplumları insanlığın uygarlık adına büyük umutlar bağladığı kent yaşamının vaadettiği düzen, refah, mutluluğun yerini metropolün yabancılaştırıcı, yoksunlaştırıcı ve acımasız bir rekabetin hızı içinde bir makine dişlisine dönüştürdüğü görünür bir manzaradır kuşkusuz. Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar” daki izlek tam da sözünü ettiğimiz metropolün yok ettiği bireyi ve kentli yoksulluğunu yansıtır bu açıdan da. I. Dünya Savaşı ve yarattığı büyük yıkımın ardından James Joyce, Samuel Beckett gibi yazarların toplum kadar bireyin parçalanışına tanıklıkları Freud ve Jung gibi bilinçliliğin birden çok olduğunu savıyla birlikte belleğin ve bilinçaltının keşfi aynı zamanda “modernist” yazarın keşfi olarak karşımıza çıkarken “Dublinliler” romanıyla var oluş “hiçlik”le birlikte sorgulanır hale gelmiştir.


Önde gelen modernist yazarlardan James Joyce (1882-1941) ile Franz Kafka'nın (1883-1924) yapıt larındaki kentin bu açıdan alışılmış toplum ve cemaat kavramlarının da altüst oluşuyla algılamak gerekir. Yazarın toplumda yaşadığı yoksunluk duygusuyla artık bir sürgün olduğu ifade edilebilir bu anlamda. Joyce’un kenti dış çeperlerden öte mekana için bilinçaltını yansıtırken Kafka’ içkin mekan duygusu dehlizlerdeki benliğin dar ve boğucu sokaklardaki temsilidir bir boyutuyla. Şato’da kadastro memuru K. şatonun bulunduğu köye gelişi ve roman boyunca bu mekana girme amacına ulaşabilmek için sonsuz sonsuz denebilecek kadar çok girişimde bulunuşu mekanın artık dış mekandan çıkıp kişinin iç mekanına geçişinin kanıtı gibidir. Yazarın dehlizlerdeki yolculuğudur bu. Dar ve kuytu mekanlar tam da bilinçaltındaki bireyin içsel yolculuğunun metaforu sayılabilir. Yasa, birey, devlet, hukuk kentin dehlizleriyle, boğuntusuyla ve bireyin parçalanmışlığıyla karşımıza çıkar bu noktada. Boyun eğen ve bir yaşama makinesine dönüşen bireyin hezeyanları olarak bu metinleri okumak mümkündür.