Firdevs, daha küçük yaşlardayken sormuştu o soruyu kendine: ”Ben kimim?” İbni Haldun’un ‘coğrafya kaderdir’ sözünü, bu sözün yanına iliştirmek yerinde olurdu. Firdevs, yaşadığı coğrafyada ve o coğrafyanın, tutucu, baskıcı ve kadınların geri planda bırakıldığı, yok sayıldığı bir kültürde yaşıyorken, bu ‘ben kimim’ sorusunu sorması kaçınılmazdı.
Başımın üstünde içi su dolu ağır bir bakraç taşırdım. Ağırlığından bazen omuzlarım çökerdi. Kendimi suyu dökmeyecek şekilde dengelemek zorundaydım. Adımlarımı annemin öğrettiği gibi atardım; böylece boynum dik dururdu. O zaman daha çocuktum, göğüslerim çıkmamıştı. Erkekler hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Fakat Allah’ın adını anıp şükranını istediklerini, kısık sesle dualar okuduklarını duyardım. Başlarını sallarken, ellerini ovuştururken, öksürürken, gırtlaklarını hırıltıyla temizlerken, koltukaltlarıyla apış aralarını kaşırken gözlerdim onları. Çevrelerinde olup biteni kuşkulu, açıkgöz, sinsi bakışlarla, saldırmaya hazır gözlerle, bana tuhaf bir şekilde aşağılık gelen bir saldırganlıkla gözlediklerini görürdüm. s. 25
Firdevs, ölümü bekleyen bir kadın, ya da; ölümü isteyecek kadar yaşamayı toptan reddetmiş bir kadın. Adam öldürmekten idama mahkum edilen Firdevs’in gerçek hayat hikayesini aktaran Neval El Seddavi, psikiyatri doktoru olarak nevrozlu kadınları incelemek üzere Kanatır cezaevine gidiş gelişlerinde karşılaşır Firdevs’le.
Kendimi reddedilmiş hissediyordum. Beni terk eden yalnızca o, koca dünyadaki milyonlarca insandan yalnızca biri değildi; bütün canlıları ve nesneleriyle koca dünyanın kendisiydi.
Bu sözler, psikiyatri yazar Nevar El Seddavi’nin, Firdevs’le görüşmek için defalarca talepte bulunması ama her seferinde Firdevs tarafından reddedilmesi sebebiyle söylenmişti. El Seddavi, Firdevs’in kendisiyle görüşmeyi reddetmesinin kendisine yönelik olmadığını, tepkisinin tüm dünyaya ve onun üzerindeki herkese karşı olduğunu söylüyordu. İdamına az bir zaman kala görüşmeyi kabul ediyordu Firdevs. El Seddavi, hücredeki o sahneyi ve o an aklından geçenleri bize şu cümlelerle aktarıyordu.
Çömelip yere oturdum. Aylardan ocaktı ve döşeme çıplaktı, ama ben soğuğu hissetmiyordum. Uyurgezer gibiydim. Döşeme soğuktu, ama soğuk bana ulaşmıyordu. Düşte görülen denizin soğuğu gibiydi. Onun sularında yüzüyordum. Çıplaktım ve yüzmeyi bilmiyordum. Fakat ne soğuğu hissediyor, ne de boğuluyordum. Firdevs’in sesi düşte işitilen seslere benziyordu. Ses bana yakındı, yine de uzaklardan geliyor gibiydi. Uzaktan konuşuyordu ama yanı başımda gibiydi. Böyle seslerin nereden geldiğini bilemeyiz: yukarıdan, aşağıdan, sağımızdan, solumuzdan. Yerin yedi kat altından geldiklerini, tavandan düştüklerini ya da gökyüzünden indiklerini bile sanabiliriz. Boşlukta hareket eden havanın kulaklarımıza çarpması gibi, bütün yönlerden bile akıp gelebilir bu sesler. Ama bu, düş değildi. Kulaklarıma çarpan, hava değildi. Önümde oturan, gerçek bir kadındı; kulaklarıma çarpan, kapısı penceresi sıkı sıkıya kapatılmış bu hücrede yankılanan ses yalnızca onun, Firdevs’in sesi olabilirdi.s. 18
Annesi ve babasının yanında geçirdiği çocukluğunun ardından amcasının yanına yerleşen Firdevs, yatılı okula gidiyor, artık hayata daha başka gözle bakıyordu. Kafasından atamadığı ve sürekli sorguladığı erkek egemen bir dünyanın onu farklı düşüncelere sevk etmesine neden oluyordu. Okuyor, araştırıyor ve hep sorgulayarak zamanını geçiriyordu. Çoğu geceler tek başına hep düşüncelere dalıyor, gelecekte kendisini nelerin beklediğini düşünüyor ve üniversiteye gitme hayalinin belirmesiyle birlikte amcasının bu isteği karşısındaki tutumunu merak ediyordu.
Bütün bu hükümdarların erkek olduğunu keşfettim. Ortak yanları hırslı ve çarpık bir kişilik, paraya, cinselliğe ve sınırsız güce karşı doymak bilmez bir iştahtı. Dünyaya kötülük tohumlarını eken, halklarını talan eden erkeklerdi bunlar; kalın sesli, ikna yeteneğine sahip, tatlı sözler seçip söyleyen, zehirli oklar atan erkeklerdi. Gerçek yüzleri, ancak ölümlerinden sonra ortaya çıkıyordu. Böylece tarihin aptalca bir inatçılıkla kendini tekrarladığını keşfettim. s. 37
Yatılı ortaokulu birincilikle bitiriyor ve tekrar amca evine dönüyordu Firdevs. İş bulması imkansız gibi bir şeydi. Yengesinin Firdevs’i istememesi ve başından savması için, amcasına çeşitli seçenekler sunuyor, amcası ise Firdevs’in kendileriyle kalmasını istiyordu. Yengesi son çare olarak, zengin ve yaşlı amcası Şeyh Mahmut’la evlendirelim fikrini sunuyordu. Başlık parası pazarlığından, çeyiz ve eşyalara kadar her şeyin konuşulduğu o gecede, bir kadının hayatının bir kadın tarafından nasıl istenmeyen bir yöne evrildiğini görmüş oluyorduk.
Amcam Şeyh Mahmut namuslu adamdır. Yüksek bir emekli maaşı var, çocuğu da yok; üstelik geçen yıl karısı öldüğünden beri yalnız yaşıyor. Firdevs’le evlenirse kız iyi bir hayata kavuşur; amcamın da kendisine hizmet edip yalnızlığını uysal bir eşi olur. Firdevs büyüdü efendi, evlenmeli. Başının bağlanmaması tehlikeli. O iyi kız ama dünya kötülerle dolu.s. 45-46
Tüm konuşulanları duyan Firdevs, evden gizlice ayrılıyordu. Yeni bir başlangıca doğru sokaklarda amaçsızca yürüyordu. Bir yandan nereye gittiğini bilmiyor; bir yandan da dışarıdaki insan manzaralarına bakıyordu. Yüzler. Farklı ruh hallerine bürünmüş yüzler ve telaşlı kalabalıklar Firdevs’i şaşırtıyordu. Ev dışında fazla kalamayacağını korkuyla baş başa kalarak anlayan Firdevs, amcasının evine tekrar dönüyor ve çaresiz bir şekilde kendisinden yaşça büyük bir adamın karısı oluyordu. Altmışlı yaşlarındaki bu adamın karşısında, ondokuz yaşındaki küçücük bedeniyle nasıl tiksinç bir durumun oluştuğunu anlatıyordu bize. Yediği dayakların ardından tekrar amcasının evine kaçtığını anlatırken aldığı tek cevap şu oluyordu:
O gün beni terliğiyle dövmüştü. Yüzüm, bedenim çürük içinde kalmıştı. Evi terk edip amcamın evine gittim. Oysa amcam bütün kocaların karılarını dövdüğünü söyledi. Amcama kendisi gibi saygıdeğer bir şeyhin, dini bütün bir adamın karısını dövme alışkanlığında olamayacağını hatırlattım. Yengem, asıl ulemaların karılarını dövdüğü karşılığını verdi. Din kuralları böyle bir cezaya izin veriyordu. Dini bütün bir kadın kocasından yakınmamalıydı. Kadının görevi, kocasına sorgusuz sualsiz itaat etmekti. s. 52
Tekrar şiddete maruz kalan Firdevs, bu sefer amcasının yanına kaçmıyordu, sokaklara atıyordu kendini. Genç bir adamın yardım ipine tutunuyor, bütün bir kışı onun yanında geçiriyordu. Onun iyi bir insan olduğunu düşünen Firdevs’in, bu düşüncesi uzun sürmüyordu. Ufak bir tartışmada yabancısı olmadığı şiddeti tekrar bedeninde yaşıyor, gördüğü istismar karşısında kendisini bir tahta parçası, çıkarıp atılmış bir çorap ya da ayakkabı gibi cansız, ölü bir beden gibi görüyordu.
Firdevs’in hayatı devamlı farklı yönlere evriliyordu. Her seferinde güvendikleri ya da güvenmek istediklerince hayal kırıklığına uğruyordu. Hayattan, insanlardan, erkeklerden nefret ediyordu. Kendisini zorla teslim alan canavarların altındayken hissettiği, tahta parçası ya da çıkarılıp atılmış bir ayakkabıydı. Aslında yaşamadığının farkına varıyor ve sadece hayatta kalmak için uğraşıyordu. Bir el arıyordu. Sessizce, o elin uzatacağı ipi bekliyor, o ipe sımsıkı sarılmak için sabırsızlanıyordu. Belki de karşısına çıkan o kişi, ona uzatacaktı o ipi. Güvenmek istiyordu ona ve güveniyordu da, başka seçeneğinin olmadığını bilerek. Şerife ona insan olduğunu hatırlatıyor; hayatta, güçlü olması gerektiğini haykırıyordu. Bir kadın, bir kadına yoldaşlığını tüm çıplaklığıyla sunuyor, ona hayat karşısında sert olmasını gerektiğini öğütlüyordu.
Şerife’nin ellerinde genç bir çırak olmuştum artık. O benim gözlerimi hayata, belleğime çakılı kalmış geçmişimdeki, çocukluğumdaki olaylara açtı. Gizli kalmış anılarımı, yüzümle bedenimin bilinmedik yönlerini ortaya çıkardı; onların farkında olmamı, onları anlamamı, ilk kez görmemi sağladı. s. 61
Şerife’nin yanından ayrıldığında, yine sokaklardaydı artık. Çamura batmışta debelenen ama kendi başına hayatta kalmak isteyen biriydi artık. Bir iki kişinin zorla, o kendisini ölü hissettiren, dipsiz kuyulara sokan isteklerinden sonra, ilk defa karşılığında aldığı ücretin, kendisini ne kadar güçlü hissettirdiğinin farkına varıyordu. Sokaklarda dik yürüyor, korkmuyor ya da korktuğunu belli etmiyor ve artık seçilen değil de, seçen taraf oluyordu. Ortaokul diplomasıyla, iş için çok kereler girişimleri olmuştu ama artık o ümidi de tükenmişti. Hayatta kalmak için bedenini ortaya koyuyor, ona uzanan son elden başlayarak tüm geçmişini aklına getirip, istemediği bir hayatı yaşamanın acısını tüm varlığıyla hissediyordu. Yiyeceği yemeğe, oturacağı eve, ne nedenle olursa olsun, hoşlanmadığı bir erkeği seçmeye kendi karar veriyordu artık.
O günden sonra başımı eğmekten, gözlerimi kaçırmaktan vazgeçtim. Sokaklarda başım dik, gözlerim tam karşıya dikili yürüdüm. İnsanların gözünün içine bakar, para sayan birini gördüm mü, gözümü ona dikerdim. Sokakları arşınlamayı sürdürdüm. Güneş sırtıma vuruyordu. Işınları içime sızıyordu. İyi yemeğin sıcaklığı damarlarımdaki kanla birlikte bedenimde geziyordu. On liranın üstü cebimde güvenli duruyordu. Karanlık, dar sokaklarda adımlarım yere hızla, yeni bir hevesle, oyuncağını parçalayıp nasıl çalıştığını keşfetmiş bir çocuğun sevinciyle basıyordu.s. 73
‘Sen saygıdeğer değilsin.’ sözü, keskin bir bıçak gibi kafasının içine yerleşiyordu. Nereye gitse, her ne iş yapsa o sözü söküp atamıyordu zihninden. Yapışıp kalmıştı üstüne ve o sözün etkisinden kurtulamamanın travmatik etkisini yaşıyordu. Daha önce farkına varmamıştı hiç. Ben saygın bir kadın değilim düşüncesinin girdabında, gittikçe daha çok savruluyor, Bu saygıdeğer biri olmama durumundan kurtulmak için kendi içinde bir takım düşüncelere giriyordu. Bu sözden sonra artık her şeyi bırakmaya karar veriyor, hangi zorluklarla karşılaşırsa karşılaşsın bedelini ödemeyi göze alıyordu.
Artık dünyada hiçbir şey, o gece o adamın söylediği iki sözcüğü işitmeden önceki halime döndüremezdi beni. O andan itibaren başka bir kadın olmuştum. Eski hayatım geride kalmıştı. Bedeli ne olursa olsun, ister açlık, ister soğuk, isterse en ağır yoksulluk olsun, hangi işkencelerden, hangi acılardan geçersem geçeyim, geri dönmek istemiyordum. Bedelini hayatımla ödeyecek de olsam, saygın bir kadın olmalıydım. Kulaklarımın duyduğu o aşağılamadan kurtulmak, bedenimi o utanmaz gözlerden kaçırmak için her şeyi yapmaya hazırdım.s. 77
Firdevs bir sanayi kuruluşunda işe başlıyordu. Her şeyi geride bırakıp sadece işini düşünen biri olup çıkmıştı. Ona farklı düşüncelerle yanaşan tüm erkeklerden kendini koruyor, işyerinde güçlü bir kadın imajı sergiliyordu. Ama bir şeye yenik düşüyordu Firdevs. O duygu, onun tüm ruhunu esir alıyordu. Kendini o hissettiği duygunun güzelliğine kaptırmaktan kendini alamıyordu. Firdevs aşık olduğunu anlamasıyla bambaşka bir düşünceye bürünmüştü. Tüm olumsuzluklar onun canını sıkmıyordu artık. Hayata başka bir gözle bakıyor; aşık olduğu adamın devrimci duygularının taşıyıcısı olma yolunda adım atıyordu.
Gözlerimi gözlerine diktim. Uzanıp elini elime aldım. Birbirine dokunan ellerimizin yarattığı duygu tuhaf, apansızdı. Bedenimi uzak ve derin bir hazla, anımsayabildiğim zamandan, bilincimin erişebildiği zamandan bile daha gerilere uzanan bir hazla titreten bir duyguydu bu. Bir yerlerde hissedebiliyordum onu, varlığımın ben doğduğum zaman doğan, ama ben büyürken büyümeyen bir parçası gibi. Bir zamanlar bildiğim, ama doğarken geride bıraktığım bir parçası gibi… Parmaklarım, yeryüzünün en büyük gücü bile gelse onu oradan çekip alamazmış gibi şiddetle İbrahim’in eline yapıştı.s. 82
Firdevs, yine güvenmiş olmanın pişmanlığını yaşıyordu. Bu seferki bambaşkaydı. Fahişelik yaptığı zamanlarda bile bu kadar acı çekmediğini söylüyordu. O zamanlar sadece ölü gibi, zevk ya da acı duymayarak katlandığı yaşantısıyla şimdiki durum çok farklıydı. Her şeyini vermişti o adama. Tüm bedenini ve ruhunu ortaya sermiş ama onun için tek gecelik biri olmanın hüsranını yaşamıştı. Hayal kırıklıklarıyla geçiyordu Firdevs’in yaşantısı. Ona iyi biri gibi yaklaşanlara güvenme ihtiyacı hissediyor, ama güvenmemesi gerektiğini anladığında iş işten geçmiş oluyordu. Defalarca bu acıyı yaşasa da, şimdiki durumunun bir fahişeden beter olduğunu düşünüyordu.
Hiç böyle bir acı yaşamamıştım, hiç bundan derin bir acı duymamıştım. Bedenimi erkeklere satmanın acısı çok daha azdı. O acı gerçek değil, düşseldi. Bir fahişe olarak kendim değildim; içimde hiç bir duygu uyanmıyordu. Duygularım gerçekten içten değildi. O zamanlar hiçbir şey beni incitemez, şimdi çektiğim acıyı yaşatamazdı bana. Kendimi asla şimdi hissettiğim gibi alçalmış hissetmemiştim. Aşkı tanıyınca insan olduğumu hissetmeye başlamıştım. Fahişeyken karşılıksız hiçbir şey vermez, hep alırdım. Ama aşık olunca bedenimi, ruhumu, aklımı ve tüm çabamı düşünmeden verdim. s. 88-89
Firdevs, işini bırakıp tekrar eski yaşantısına geri dönmek zorunda kalıyordu. Hayata tutunamayan biri olarak, boşlukta sürüklendikçe sürükleniyordu. Değişen sadece aldığı tecrübe ve güçlü olduğunun farkına varmasıydı. Artık eskisi gibi ezik, güçsüz ve çaresiz bir insandan öte, daha güçlü ve akıllı biri olarak yaşamaya çalışıyordu. Bir kadın satıcısı adamın elinden kurtulmak için, bıçağı adamın vücuduna ardı ardına sapladığında, bu işi nasıl bu kadar rahat yapmış olabildiğine şaşırıyordu.
Bıçağı kapıp boynuna derinlemesine sapladım; boynundan çıkarıp göğsüne, göğsünden çıkarıp karnına sapladım. Bıçağı bedeninin hemen her yerine sapladım. Bıçağı zahmetsizce etine saplayıp çıkarırken ellerimin ne kadar kolay hareket ettiklerini görerek şaşırmıştım. s. 98
Cezaevine girdiğinde ve aldığı ölüm cezasından ötürü, hiç korkmadığını söylüyordu Firdevs. Korkularımızın bizi köle yaptığını belirtirken, korkmadığını açık yüreklilikle dile getiriyor ve kurtulmak için hiçbir istekte bulunmuyordu. Pişmanlık duymaması ve yine olsa yine yapardım demesi; aslında yaptığının doğru bir şey olduğunun ve gerçek olanı gün yüzüne çıkardığının düşüncesinin bir sonucuydu.
Kahire, Mısır
Mısırlı feminist yazar Seddavi 1931 yılında doğdu. 1955’te Kahire’de tıp fakültesinden mezun oldu. Şimdiye kadar en az yirmi dört kitabı yayımlanmış olan yazar kadınların durumu ve toplumsal cinsiyet konusundaki düşüncelerinden dolayı Mısır hükümetinin baskılarından kurtulamadı. 1981’de Enver Sedat hükümeti tarafından cezaevine kondu ve 1982’de serbest bırakıldığında Arap Kadınları Dayanışma Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Dernek 1991’de kapatıldı ve Seddavi de siyasal baskılara dayanamayarak yurt dışına çıktı. ABD üniversitelerinde dersler veren yazar 1993-96 yıllarında Duke Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdürdü. Yazarın Türkçede Tanrı Nil Kıyısında Öldü(Belge, 1995) adlı bir kitabı daha bulunmaktadır.