Ayfer Tunç’un ‘Osman’ adlı romanı üçlemenin son kitabı. ‘Kapak kızı’ ve ‘Yeşil Peri Gecesi’nde Şebnem’in kocası olarak tanıdığımız Osman’ın hayatını daha derinden görüyoruz bu romanda. Hem üçlemenin devamı hem de bağımsız olarak okuyabileceğiniz bir kitap.Osman’ın hikâyesi kaybedenlerin, zincirin zayıf halkasının, mirasyedilerin hikâyesi. Hepyanlış yerde ve yanlış zamanda olan, başladığı hiçbir işi bitiremeyen, babasına olan nefretinden dolayı iyi bir müzisyen olmak isterken hiçbir şey olamamış bir insan Osman. ‘Babam adamsa, ben olmayacaktım’, ‘Aslında vicdan azabı duymak istiyorum baba, gerçekten. Seni öldürmüş sayılırım çünkü. BABA, VİCDAN, ÖLÜM hepsi ANLAMSIZ sesler gibi geliyor.’ diyecek kadar babasından nefret eden bir oğul. Kendini ve servetini gün be gün tüketişinin hikâyesi. Osman, günlük hayatta her yerde rastlayabileceğimizsokakta, apartmanda, parkta, seyahatte hiç tanımadığımız biri olabileceği gibiakrabalarımızdan hatta çekirdek ailemizden biri olabilecek kadar tanıdığımız bir insandır da.Kısaca içimizden biridir. Bir insanı zaafları, duyguları, hırsları, korkuları, tereddütleri ile tanımayı, anlamayı anlatıyor bu roman.
Ayfer Tunç başta Osman olmak üzere diğer karakterlerin de ruh hallerini, gerilimlerini, akıcı bir dille anlatarak daha ilk sayfalardan okuyucuyu meraklandırmayı başarıyor.
Kitapta belli bir anlatıcı yok. Bu yüzden olaylar önyargısız anlatılıyor. Diyaloglar ve günlükten okunan sayfalarla okuyucuya aktarıldığından üslup olarak ağır bir dil kullanılmamış haliyle. Bu durum okuyucuda, başta Osman olmak üzere bütün karakterlerin samimi, sahici, içten olduğu hissiyatını uyandırıyor.
Roman, kahramanımız Osman’a bir gece yarısı piyanist olarak çalıştığı caz kulübünün önündebir kamyonun çarparak ölümüne sebep olmasıyla başlar. Osman’ın hayatını araştıran yazar, olayın kaza mı yoksa intihar mı olduğu sorusuna yanıt ararken kazaya şahit olan kişilerden başlayarak Osman’ı tanıyan, arkadaşlarına, dostlarına kadar uzanan birçok kişiyle konuşur. Herkesin Osman’ın ölümü hakkında farklı yorumları olur. Kimileri bunun kesinlikle bir kaza olduğunu söylerken kimileri bu olaya şaşırmadıklarını, Osman’ın intihara meyilli bir insan olduğunu söyler. Bütün arkadaşları, dostları Osman’ın günlüklerinde kendilerini nasılanlattığını sorar. Romanda aynı olayların farklı kişileri farklı şekillerde etkilediğini, bu bağlamda yaşamda tek bir doğru olmadığı gibi yaşanan olayların da onu yaşayanların sayısı kadar olduğunu da görürüz.
Osman’ın gençliğinde (doksanlı yıllarda) tuttuğu günlüğü okuyucunun onu daha yakından tanımasına yardımcı olurken, günümüzde anlatılan Osman ile günlükteki Osman arasındaki uçurum zaman zaman şaşırtıyor, meraklandırıyor.
Doğru-yanlış, iyi-kötü, yoksulluk-zenginlik, ahlaki değerler, sosyal statü, ikili ilişkiler özgünve yalın bir dil becerisi ile ustaca anlatılıyor romanda. Ayfer Tunç Osman‘la birlikte ailesi,çevresi ve olayların geçtiği yıllarda ülkenin sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik durumunu da gözler önüne seriyor.
Son söz olarak, Ayfer Tunç bir insanın hayatının röntgenini çekip en ince ayrıntısına kadarokuyucuya anlatıyor. İster bir hayatın anatomisi diye okuyun ister bir tükenişin hikâyesi diye. Bence mutlaka okuyun.
‘Ne çok defterim vardı. Fazla olmasından yakınacak ne kadar çok şeyim vardı bir zamanlar. Duygularım, düşüncelerim, akustik, elektronik, bas gitarlarım, Pioneer ses sistemlerim ve hoparlörlerim, neşem, kahkahalarım, Audemers Piguet saatim, Lecia ve Nikon fotoğraf makinelerim, Tumi Alpha bavullarım, özgüvenim, yakışıklılığım, Şebnem’le benim az kullandığımız Wilson tenis raketlerimiz, kış tatillerine götürdüğümüz ve çoğu zaman kullanmadan geri getirdiğimiz Lacroix kayak takımlarımız, paha biçilmez longplay koleksiyonum, taşınır Dual pikabım ,Bang; Olufsen müzik setim, ilk gençliğimden kalma walkman’im, ilk portatif CDçalarım, CD’lerim, DVD’lerim, VHS’lerim, DVD ve VHS oynatıcılarım, pek içmesem de purolarım ve makasıyla birlikte nem ölçerli, karbon desenli puro kutum, puro çakmağım, puro küllüğüm, önemsizlerin yanında, babamdan kalan ve Teo’nun bedeli karşılığında seve seve bana bıraktığı, biri Afgan öbürü Kazak iki halım, saygınlığım, sevilmişliğim, önemsenmişliğim, kristal karaflarımız, gümüş çatal bıçaklarımız, sedefli peçete halkalarımız, yıllanmış içkilerim, yurtdışından aldığım İngilizce müzik, sinema ve sanat kitaplarım, öteki kitaplarım, yeteneğim, bestelerim, nota kağıtlarım, pahalı güneş gözlüklerim, çok pahalı arabalarım, umutlarım, beklentilerim, düşlerim, geleceğim, Şebnem’in ilk zamanlar çok yakındığı, sonra sonra umursamaz olduğu gamsızlığım, kaygısızlığım, rahatlığım, Şebnem’in bende en çok sevdiği şey olan coşkum, heyecanlarım, şarkı sözlerim, kısa öykülerim, şiir denemelerim, pahalı mürekkepleriyle birlikte çok pahalı dolma kalemlerim, sayısız defterim, sayısız giysim, pek çok mobilyam ve buzun üstünde kayarcasına yaşadığım hafif yaşamımın birer birer yok olan incelikleri. Bunların hepsi gitti. Damağımda bıraktığı duyguların izleri ve dilimde markaların adları kaldı yalnızca, bugün acı bir tebessümle telaffuz etmekten hoşlandığım.’