* Bu yazı daha önce 2013 yılında Yeditepe Üniversitesinde düzenlenen Kemal Tahir Sempozyumu’nda sunulmuş ardından Varlık dergisinin Nisan 2015 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
** Sabancı Üniversitesi, Öğretim Görevlisi
Her yapıt, bir gölgenin içinden doğar. Bu anlamda edebiyat üzerine düşünmek, çoğun öncekinden sonrakine, ustadan çırağa, seleften halefe yansıyan bir gölge oyununu izlemeye benzer; yazarın gezindiği, uzağa düşen ya da birbirine karışan gölgeler… Kurmaca metinlerin yanı sıra yarı kurmaca denilebilecek günlüklerden de tespit edilebilen bu gölgeler, elbette kimi zaman yanıltıcı da olabilir; gölge silikleşir, kaybolur ya da umulmadık bir yerde ortaya çıkar. Murathan Mungan, Oğuz Atay’a yazdığı mektupta “Yalnızca Çehov değil, başta Dostoyevski olmak üzere, Borges’ten Nabokov’a bir dizi yazarın gölgesine bastığın rahatlıkla görülür.” (Mungan; 2008, s. 105) derken tam olarak bundan bahseder. Atay, Günlük’te kendisi de anlatır bu yazarların çoğunu, kaynaklarını vermekten çekinmez ama günlüğünde saydığı isimler arasında biri var; uzak, silik bir gölge: Kemal Tahir.
Oğuz Atay’ın Kemal Tahir’i önemsediği ve sevdiği bilinir. Romanları ve tezleri üzerine sık sık düşündüğü, sohbetlerine katıldığı, ölümünden sonra adına anma toplantıları düzenlediği, yazılar yazdığı Kemal Tahir ile Oğuz Atay’ın adını yan yana anmak, onları bir arada düşünmekse neredeyse imkânsız. Tüm farklılıklara rağmen bu iki yazarın gölgesinin birbirine az da olsa değdiği, çizgilerinin karıştığı bir yer var; bugün artık Oğuz Atay mitolojisinin ayrılmaz bir parçası hâline gelen, Kemal Tahir’in “Türk’ün Ruhu”, Oğuz Atay’ın “Türkiye’nin Ruhu” dediği şey.
Kemal Tahir, “Beş Romancı Tartışıyor” başlıklı oturumda “Türk ruhu dediğimiz, yani şu Anadolu ruhu dediğimiz bu tipi mozaik haline getireceğiz. Asıl mühim olan nokta budur ki, bizim sosyologlarımız, bizim tarihçilerimiz, bizim filozoflarımız henüz daha bunu yapmış değillerdir […] Biz Türk ruhunu aydınlatmayı düşüneceğiz. Anladınız mı?” der. (Akt.: Temizyürek; 2007, s. 91.) Her baktığı yerde Türk’ü arayan Tahir’in amacı, “dünyamızda gerçekçi romanın meydana getirdiği roman insanları kalabalığına Türk insanını da katabil”mektir. (Tahir; 1989, s. 81) Atay da böyle bir katkıdan bahseder. Yazmayı düşündüğü Türkiye’nin Ruhu üçlemesinde -ki aslında tüm yapıtları bunun alt metni olarak yazılmıştır- bu Türk denen varlığı anlatacaktır. Romanın kahramanı, Türk milletinin en kolektif hâli ve onun kültürel açmazları olacaktır.
Bir milletin ruhu üzerine yazılacak her roman, bir anlamda “biz” ve “onlar” şeklinde kurulacak bir anlatıyı işaret eder. ‘Onlar’, hem Batı’yı hem de kolektiflik hâlini oluşturan etkenlerden biri olan ötekileri temsil eder. Peki ya ‘biz’ denen şey tam olarak neyin temsilidir? Kemal Tahir’in amacı doğrultusunda düşünüldüğünde onlarca roman kahramanı sayılabilir elbette… Fakat Tahir’in gerçekçi roman kahramanlarının arasına katmak istediği Türk insanı, sadece iyi özellikleriyle çizilmiş sahnedeki ana kahraman olmasa gerek; gözden kaçan, çok fazla görülemeyen bir alan daha var: biz’in içindeki yığınlar, sahnenin dışındaki kalabalıklar, onların ruhları da olmalı Türk insanın derinliklerinde. “Üniversite” öyküsünde Kemal Tahir, Yusuf Atılgan’ın “Çıkılmayan” öyküsünde “eli baltalılar, kocaman gözlüler” olarak andığı; Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam”ına o dilden de küfreden kalabalığa benzer bir kalabalığın hikâyesini anlatır. Tutunamayanlar’da Selim’in “Onlar” diye yakındığı kendi başına varolamayan, bir liderin işaret etmesiyle harekete geçen ve her hareketi yıkıcı olabilen kalabalık. Yok denilebilecek bir hayal ürünü; tasarlanan, bir anda ortada bitiveren bir kalabalık… Atay’ın verdiği koordinatlarla ‘Orta Doğu’da, ‘Kenar Batı’da, ‘Ne Doğu’da ‘Ne Batı’da olan ‘iki buçuk tarafı sularla çevrili ülkemiz’de varolan ama ‘coğrafyanın kaderi’ni yani Oğuz Atay’ın “çocuk kalmışlığımız” dediği arada kalmışlığı, tedirginliği, saflığı, hesapsızlığı ya da samimiyeti yaşamayan bir kalabalık. Oyunlarla kaybedecek zamanı yok ama bir yalanın da içerisinde farkında olmadan, çocuktan ziyade kapalı sistem içine sıkışmış bir ergen erkek kalabalığı… Nasıl oluştukları nerelerden tek tek gelerek birlik oldukları pek anlaşılabilir değil ama onları çağıran, bir arada tutan bir şey vardır. Hepsine dağılmış, bir araya geldiklerinde ortaya çıkan bir şey, birlikten doğan bir biz’lik hali, ortak bir ruh! Tek başlarınayken sessiz ve sıradan duran ama bir araya geldiklerinde asıl anlamını kazanan, çoğunluğa uyan ve cinneti topluca paylaşan, birlikte varoldukları için hep haklı olan bir erkek kalabalığı… “Üniversite”de de belirtir bunu Kemal Tahir: “Bu dört bin yüksek tahsil gencinin, Doktor Hüseyin Bey kumandasında ne zaman, ne için toplandığı uzun müddet İstanbul halkının meçhulü kalmıştır.” (Tahir; 2005, s. 115) Böylesi bir kalabalık pek çok açıdan bir temsil yaratır; Türk ruhunun bir parçasının, kötücül bir parçasının temsili…
Benedict Anderson, Hayali Cemaatler adlı kitabında bir inşâ olarak millet kavramı üzerine yeni bir bakış açısı getirir. Millet, milliyetçilik, milliyetçiliğin kökenleri ve yayılımı üzerine düşünen Anderson, tanımlanması son derece zorlu bir kavram olan ulusa yeni bir tanım getirir: Anderson’a göre “Ulus hayal edilmiş siyasal bir topluluktur – kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir.” Hayal edilmiştir, çünkü “en küçük ulusun üyeleri bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir ama yine de herbirinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder.” (Anderson; 2009, s. 20) Murat Belge’nin de değindiği gibi ulus, “doğal” değil “tarihî”, “verili” değil “yapma” bir kavram, somut evre’nin ürünüdür. Tekten çokluğa; kişiden kalabalığa, ulusa evirilen bir hayal…
“Bazı yanlarından denizlerle, bazı yanlarından da başka ülkelerle çevrili; genellikle dört köşe, özellikle çok köşe” olan ülkemiz, bir oyun yeridir; bir zamanlar çocukların oyunlar oynadığı bu yer, uzun zamandır bedenen büyümüş, sesi çatallanmış, sakalları uç vermiş, sivilceli ergen oğlanlar tarafından işgal edilmiştir. ‘Oyun yeri’ çocuk ve ergen kalabalıklara kalmıştır. “Tek Millet, Tek Parti, Tek Şef daha doğrusu Tek Şef Tek Parti, Tek Millet feryadıyla yaşayan memleketlerde,” der “Üniversite” öyküsünün anlatıcısı, “Tek Millet denilen biçareyi bir türlü bulup görmek mümkün olmaz. Ortada yalnız ilk, orta, lise ve üniversite talebesi vardır. […] Bu suretle Tek Millet, mekteplilerden ibarettir.” (Tahir; 2005, s. 116)Ebedi Şef’e yakınlığı bilinen Doktor Hüseyin Bey’in kumandasında hareket eder tek millet ve hep bir pogrom olayı içerisinde görülür. Hayali cemaatin görünür olduğu alan, şiddetin alanıdır.
“Bulgaristan’da Razgırat diye bir kasaba varmış. O kasabada bir Türk mezarlığına, Bulgar talebeleri hakaret etmişler. Bu hakaret tabii burada bize dokunmuş. Meğer bizim İstanbul’un Şişli semtinde bir Bulgar Mezarlığı bulunuyormuş.” (Tahir; 2005, s. 115-116) Konferans salonuna toplanan talebelere Tek Şef’in emir kullarından, Tek Parti’nin yaranlarından iki üç beyefendi tarafından yapılan kısa konferansta önce ufak bir coğrafya dersi verilir, Razgırat denen yerde bir Bulgar kasabası olduğundan bahsedilir. Ardından “Haydi tosunlar, öcümüzü alın!” (Tahir; 2005, s. 117) denir. Böylece dört bin delikanlı yuhalarla yollara düşer. Alınan “güvenlik önlemleri” aşılır birkaç mezar taşı kırılır ve böylece milli heyecan bastırılır. Ardından bu birbiriyle muayyen hedefleri, iktisadi ve siyasi bağları olmayan, anlatıcının “otomatik bir oyuncak” dediği kalabalık çil yavrusu gibi dağılır. Bu olay, Doktor Hüseyin Bey’in “arslanının”, Tek Şef’in ve Tek Parti’nin “tosununun” yani Talebe-yi Ulum’un ne ilk ne de son icraatıdır. İkinci hareket biraz dil inkılâbına bir parça da yabancı sermayeye karşı yapılır. Bir Türk odacıya izin istediği için “Hayvan Türk” diyen bir direktördür bu kez hedef tahtasındaki, Talebe-yi Ulum yani “milletin gözyaşını kurutacak mendil” iş başındadır yine… Galatasaray karşısındaki acenta binası ile Karaköy’deki merkezin camları kırılır bu kez, Türk’ün gözyaşı tam olarak kurutulamasa da Türk milletinin umut ışığı Talebe-yi Ulum’un ölmediği ve erkekliği kanıtlanır.
Öykü ilerledikçe kırıp dökmeye alışan kalabalıklar durdurulamaz hâle gelir. Türk’e Türk’ten başka hayvan diyen kalmadığı gibi, Bulgarların Ebedi Şefi’nin yiğitleri de bir daha Razgırat mezarlığına saldırmaz. Talebe-yi Ulum sıkıntı içinde kıracağı, gücünü acı acı göstereceği bir şeyler arar fakat bulamaz. İşte bu noktada mühim bir şey keşfedilir, Talebe-yi Ulum’un çıkardığı Birlik Gazetesi… Bu süreçte, “İki bin derken dört bin, dört bin derken sekiz bin, sekiz bin derken on dört bin satmaya başlamaz mı? Bre Aman! Cam kırıcıların cümlesi muharrir, şair, naşir, âlim kesil[ir].” (Tahir; 2005, s. 120) Artık Talebe-yi Ulum dünyaya pazı kuvvetiyle değil yazı kuvvetiyle nizam verecektir.
Birlik Gazetesi’nin keşfiyle kalabalıkları ayakta tutan ikinci etken devreye girer: ‘şanlı’ tarih! Evvela kasideler kaleme alınır. Birinci, İkinci İnönü Zaferleri, Dumlupınar, Sakarya, İzmir Zaferi, Mudanya Zaferi, Lozan Zaferi, Montrö Zaferi, Boğazlar Zaferi, hep tekrardan kazanılıp tarihe altın harflerle derc olunur. Ardından memleketin dört bir yanı il il düşman işgalinden tekrar tekrar kurtarılır. Bunların nasıl şiirler ya da yazılar olduğunu söylemez anlatıcı ama az çok tahmin edilebilir ürünlerdir her biri. “Milliyetçiliğin kültürel ürünleri bu sevgiyi binlerce farklı biçimle açıkça ifade ed[er]. Ama diğer yandan benzer bir şekilde öfke ve nefret ifade eden milliyetçilik ürünleri bulmak ne kadar zor.” (Anderson; 2009, s. 159) olabilir. Şanlı tarih sayfaları da düşman yaratmak üzerinden ilerler. Biz’i oluşturan tek şey hayali bir sestir, durmadan korkulmasını ve sahip çıkmasını söyleyen bir ses.
Birlik Gazetesi şehirlerin tümünü vilayet vilayet kurtardıktan sonra büyük bir Çanakkale çıkarması yapar. Öyküde “orada neyi bulmayı umdukları maalesef bütün gayretlere rağmen tespit olunamamıştır.” dense de Çanakkale’nin Tek Millet için ne ifade ettiği çok açıktır. Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de ulus devlet bir savaş sonucunda kurulmuştur. Bu nedenle kimi yerler ve savaşlar, milletler için tarihten çok daha fazlasını ifade eder. Çanakkale’nin toprağından, ağacına, mezarından anıtına kadar her yanına ulusal imgelerle sinmiştir. “Milliyetçiliğin modern kültürünün hiçbir sembolü, Meçhul Asker, mezar ya da anıtlar kadar şaşırtıcı ve kayda değer değildir.” (Anderson; 2009, s. 23) Meçhul Asker adı üstünde meçhuldür, kimsedir, dolayısıyla herkestir. Meçhul Asker anıtları, mezarlar, bayrak, (Talebe-yi Ulum bir de “Bayrağa Saygı” sayısı hazırlar ki dillere destandır.), gibi marşlar da çarpıcı bir şekilde kalabalıkların mayasıdır, onları birbirine bağlar. “Milli bayramlarda söylenen marşları alın örneğin. Sözler ne kadar bayağı, ezgi ne kadar sıradan olursa olsun, bu marşların söylenmesinde bir eş zamanlılık deneyimi vardır. Böyle anlarda birbirine tamamen yabancı insanlar aynı ezginin eşliğinde aynı dizeleri okur. […] Nasıl da kendinden geçer insan bu tek tınıda!” (Anderson; 2009, s. 162-163) Tüm bu semboller bir şeyi sürekli yineler, milliyet tamamen rastlantısal olmasına rağmen vazgeçilmezdir. Kalabalıkları birbirine bağlayan semboller bunu çarpıcı bir şekilde sürekli tekrarlar. Talebe-yi Ulum, Çanakkale’nin hal-i pürmelâlini hiç beğenmez. “Bu topraklar için toprağa düşmüş asker”in kemikleri mezarlarından köpekler tarafından çıkarılmış, sağa sola saçılmıştır. “Beyninden vurulmuşa dönen Talebe-yi Ulum, ondüleli saçlarını yolup spor gömleklerle örtülü sıska göğüslerini” yumruklayarak tarlaların kenarına atılmış kemikleri toplayıp bu kemiklerden küçük bir tepe vücuda getirir. Ardından bu kemik tepesinin ve yakınlardaki, ortasında mükemmel bir park bulunan, İngiliz mezarlığının fotoğrafını çekerek Birlik Gazetesi’nin kapağına yan yana basarlar. O hafta çıkan gazete, bin nüsha daha fazla satar ufaktan da bir kamuoyu oluşur, gözler Birlik Gazetesi’ne döner. Büyük bir satış yakalayan Birlik Gazetesi olaylı çıkan her sayısında binlerce satılırken meselesiz çıkan gazeteler satılmaz, kese kâğıtçılarına kilo ile satılır hâle gelir sonunda. Bütün cam kırıcı muharrirler etraflarına bakarak bir mesele arayışı içine girerler.
Birlik Gazetesi sarsılmaktadır. Yağma ve gürültü için toplanan her kalabalık gibi Talebe-yi Ulum da yavaş yavaş dağılmaya başlar. Kalabalığı yeniden bir araya getirmek, safların arasına maya dökmek gerekir. Talebe-yi Ulum düşman aramaktadır. Necip Fazıl Kısakürek, Hitabetler kitabında tarihsel düşmanları sayar: “Bu davada bütün dünya düşmanımızdır! Onları Yahudi, mason, dönme, komünist, emperyalist, ilerici, devrimbaz diye saymaya ne hacet!...” (Kısakürek; 2007, s. 225) Yapılan olağanüstü toplantıda önerisinin kabul edilmesi için Peyami Safa’dan geldiğini söyleyen gencin teklifi ile gazetenin üç haftalık meselesi yani düşmanı hazırdır. “Peyami Safa Bey’e göre memlekette artık Yahudi düşmanlığı yapmanın sırası gelip çatmıştı. Geç bile kalınıyordu. Her tarafta milliyetçi gençlik bu pis ırka ateş püskürür, hatta katliama girişirken bizim, geride boynu bükük kalmamız, Türklüğe bir vakit yaraşmazdı.” (Tahir; 2005, s. 126) Plan da bellidir: Birinci hafta, “Masonluk Nedir?” ikinci hafta “Bizdeki Masonluk” üçüncü hafta “Bizdeki Masonlar Kimlerdir?” dördüncü hafta “Masonlar Localardan İstifa Etmeli Yoksa…” başlıklı makaleler yazılacak üçüncü haftanın sonunda üstat da devreye girecektir. İçtimada bulunanlar az kalsın çaresizlikle Masonlarla ilgili sayıyı yapmaya karar verecektir ki bir başkası, bir başka üstattan yeni bir mesele getirir. “Şimdi memleketimizde bir sürü ecnebi mektep vardı ya… Sörler, Frerler, İtalyan, İngiliz, Amerikan mektepleri… Pekala! Bunlarda bir sürü Türk çocuğu okuyordu… Bu ne demekti? Milli haysiyet, milli vekar, milli kan, milli kültür, milli hümanizm, ya nerde kalıyordu?” (Tahir; 2005, s. 126) Kalabalıklar yine iş başındadır! Beylere çatmaktansa oğullarına kızlarına çatmak ihtiyata daha uygun gelir. Ecnebi okullarında okuyan bu Türk evlatlarını gavurların elinden kurtarmak düşüncesiyle kalpler heyecanla çarpar. Uzun listeler hazırlanır, ilk nüshalar daha Ankara’ya ulaşmadan kötü haber gelir. Balta taşa vurulmuştur. Listede adı geçen Türk evlatlarından biri, ordu müfettişlerinden birinin mahdumu çıkar. Ayrıca gazetede bir komünist sızıntısı da tespit edilmiştir! İstanbul valisi gazetenin derhal toplatılmasını Birlik Gazetesi’nin kapatılmasını, Talebe-yi Ulum’un dağıtılmasını emreder. “Bütün dünyada doğru sözleri yalnız Türkler söylediği halde nasılsa bir bunak Fransız da bir tek doğruca laf etmiş. ‘Felaket yalnız gelmez!’ diyivermiştir.” (Tahir; 2005, s. 128)
Murathan Mungan, Atay’a yazdığı mektupta “çocuk kalmış toplumların katilleri de çocuk oluyor;” der ve ekler “kibritle oynarken çok sık yangın çıkarıyorlar. Senden sonra çok yangın çıktı bu memlekette, nice zalim anı birikti, hangi birini sayayım!” (Mungan, 2008, s. 109) Murathan Mungan’ın Oğuz Atay’a yazdığı mektupta Madımak Oteli’ndeki katliamdan bahsetmesi tesadüf değil elbette. Günlük’te Oğuz Atay’ın “çocuk kalmış millet” dediği şey artık sadece bir mağdurluğu ve saflığı ifade edemiyor. Türk ruhunun karanlık kısmı, ne Tahir ne de Atay’ın gördüğü ruhun mayınlı arazisi, çocuk kalmış milleti de değiştirdi. Çocuk kalmış millet artık ergenlik çağında; “bir bebekten katil yaratan” karanlık bir pelteye dönüştü. “İki buçuk tarafı sularla çevrili” ülkemizin kalabalıklarını biraz da böyle okumalı!
1. Oğuz Atay, Kemal Tahir’in hayatına iki farklı dönemde girer. Her ikisi de sorunlu bir şekilde biten bu görüşmeler çoğu zaman Kemal Tahir’in evinde gerçekleşir. Oğuz Atay’ın yakın çevresinden olan Turhan Tükel’in tanıştırması ile başlayan bu ilişki ilkin Oğuz Atay tarafından kesilir: “Bir karşılaşmamızda, ‘hep tarihten bahsediyor yahu,’ gibi Kemal Tahir hakkında beni şaşırtacak biçimde, böyle hafife alır, küçümser bir ifade kullandı.” diye anlatır Halit Refiğ durumu. 1970’li yılların ortalarında tekrar başlayan ilişkileri bu sefer siyasal düzlemde çok farklı düşündüklerinin göstergesi olabilecek bir şekilde biter. Sedat Düzkan o geceyi, “Bir gün Leylâ Erbil’in evinde yemekteydik; Kemal Tahir, kardeşi, Oğuz, Furuzan [Atay’ın kuzeni], ben… O günlerde Deniz Gezmiş olayları yaşanıyordu. Kemal Tahir ona eşkıya gözüyle bakıyordu. Oğuz itiraz edince büyük olay çıktı. Kemal Tahir yemeği bırakıp gitmeye kalktı.” şeklinde anlatır. (Yıldız Ecevit, “Ben Buradayım…” Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, İletişim Yay., I. Baskı, İstanbul 2005, s. 82 ve 466).
2.Kemal Tahir büyük kuruluş ve başlangıç romanlarıyla tarihe yönelip “şanlı” bir tarihin hikâyesini ya da başka “büyük meseleleri” anlatırken Oğuz Atay yazmaya “sonun başlangıcı”yla başlar, daha eşyayla münasebetini ayarlayamayan bireyin yıkımını anlatır. Tahir kendi romanını, “bunalım edebiyatı” dediği Batı’nın kişi dramına karşılık ulusun gerçeğini ve dramını işlemek olarak belirleyerek bireyci romancılığın yozluk olduğunu söylerken Atay tam tersi kutuptan bakar, edebiyatın probleminin bireyleşememek olduğunu görür. İlki hem biyografik hem de kurmaca düzlemde mağrur bir hâlle, kararını çoktan vermişlerin tavrıyla konuşup karşısında hep dinleyecek birilerini bulurken ötekisi her iki düzlemde de çoğun mağdurun dilini kurmuş, bir çeşit suskuya varan gevezelikle hep Hüsamettin Tambay’la Olric arasındaki sağaltılamayan bir içe doğru konuşmuştur, bu anlamda en çok kullandığı tekniklerden birinin mektup olmasına şaşmamalı.
3.Türkiye’nin Ruhu, Oğuz Atay’ın eserlerinde bir alt metin olarak akar. Handan İnci, Atay’ın otuz beşinci ölüm yıldönümü için yazdığı yazıda Türkiye’nin Ruhu’nu mahrum kaldığımız kitabın adı yerine, külliyatının üst başlığı olarak okumayı önerir. (Cumhuriyet Gazetesi, 13 Aralık 2012) Yıldız Ecevit, “Atay’ın yeni romanında anlatmayı tasarladığı Türkiye’nin ruhu özde Tutunamayanlar’ın içerdiği ruhtur.” der. Yalnız bir fark vardır, Tutunamayanlar’da, Tehlikeli Oyunlar’da, Eylembilim’de, Oyunlarla Yaşayanlar’da ve Korkuyu Beklerken’de Türkiye’nin ruhu arka plandadır. Yazılamayan roman yine bireyden yola çıkacağı izlenimini verir ancak hep kolektif/ulusal bilinçaltını açığa çıkaracak bir yapıyla oluşacaktır eser. Ecevit’in de belirttiği gibi Kemal Tahir’le buluşma noktasını bu eserin kolektif kahramanı oluşturacaktır. (Yıldız Ecevit, “Ben Buradayım…” Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, İletişim Yay., I. Baskı, İstanbul 2005, s. 464 – 465.)
Kaynakça.
Anderson, Benedict. Hayali Cemaatler (Çev.: İskender Savaşır), İstanbul: İletişim Yay., 5. Baskı, Nisan 2009.
Atay, Oğuz. Günlük, İstanbul: İletişim Yay., 5. Baskı, 1998.
Belge, Murat. Militarist Modernleşme, İstanbul: İletişim Yay., 1. Baskı, 2001.
Bora, Tanıl. Medeniyet Kaybı, İstanbul: Birikim Yay., 1. Baskı, 2006.
Ecevit, Yıldız. “Ben Buradayım…” Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, İstanbul: İletişim Yay., 1. Baskı, 2005.
Haz.: İnci, Handan. Oğuz Atay’a Armağan, İstanbul: İletişim Yay., 2. Baskı, 2008.
Milliyet Sanat</em>, S. 577, Nisan 2007.
Tahir, Kemal. Dutlar Yetişmedi, İstanbul: İthaki Yay., 1. Baskı, 2005.
__________.
Notlar , İstanbul: Bağlam Yay., 1. Baskı, 1989.