4 dakika okundu
Poetik Köşe/Bünyamin DURALİ

ETİKSİZ ESTETİK

Bir dergide “en çok sevdiğiniz şairler kimlerdir?” sorusunu, “şairleri sevmem, şiirleri severim” diye yanıtlamıştım. İlk görünüşte fazla tepkisellik kokan bir cümledir bu. Ancak acı bir gerçeği dillendirsin diye öyle dedim. Şüphe yok: Şiirlerini kişilikleriyle örtüştürmüş, estetiksel yaratımlarının yanına vicdanî yansımalarını koymuş şairler de tanıdım ben. Metin Altıok, Behçet Aysan (Metin Âbi, Behçet Âbi) bunların başında gelir. Haydar Ergülen’i, Ahmet Erhan’ı, İhsan Deniz’i de eklemeliyim. Var tabii, daha var. Gelgelelim, devede kulak değildir sayıları.

Niye saklamalı: Şairlerimizin kahir ekseriyeti “neme lâzım”cıdır, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cıdır. Şairleri dövüştürme/ karıştırma eylemi sayılması gereken “şiir yarışmaları”na (horoz dövüşünden daha mı ahlâklıdır, şiir veyâ şair yarışması?) pupayelken koşmalarından bellidir bu. (İnsancıl dergisinin genel yayın yönetmeni, değerli eleştirmen Cengiz Gündoğdu’yu, (söz konusu yarışmaların arkasındaki sömürgen ve bezirgân mantığı deşifre ettiğinden) edebiyat dünyasından silmek için ellerinden geleni artlarına koymayanlar bunlardır). Şiirlerini sergileyebilecekleri, egolarını tatmin edebilecekleri bir görsel/ yazılı ortam bulduklarında, o bile değil, bir sanal atmosferde kendilerini görünür kılabilecek koşulları yakaladıklarında, dünya yansa hasırları yanmaz çoğunun. Demokratik değerler çiğneniyormuş, haksızlıklar ayyuka çıkmışmış, değerbilmezlikler ve sevgisizlikler gemi azıya almışmış, umurlarında olmaz böylelerinin. Ya “dut yemiş bülbül” olurlar ya da daha cevvalleri ve arsızları “haksızın boyunduruğu”na vururlar boyunlarını. Güçlünün, dümeni elinde tutanın, erk sâhibinin düdüğünü çalarlar iştahla. Yeter ki konformizmin şehvetli sularında kulaç atma şansı tanınsın onlara. Atmayacakları takla, yutmayacakları bakla yoktur.

Nasıl bilmezler, anlamak olanaksız: Şiir, kendi içlemlerini/ içeriklerini bile çoktan aşan bir sanatsal duyarlık eylemselliğidir. “Salt şiir”, “saf şiir” şiir değildir. Bunun böyle olduğunu, dünya şairi, sâdece şair değil devrimci Pablo Neruda, on yıllar öncesinde, Saf Şiir Yoktur başlıklı benzersiz yapıtıyla belgelemişti. Heyhat ki, Neruda’nın söz konusu çığlığının zerresi değmemiştir bizim “şiirist şairler”in tinlerine ve tenlerine! Onlar “benim oğlum bina okur, döner döner gene okur” vecîzesinden şaşmamanın acınası körlüğünde/ sağırlığında pala sürtmüşlerdir sürgit. Bu yüzdendir, şiire, onu olanca toplumsallığından/ evrensel çağrısından soyarak; bireyci/ içe kapanık, nihilist bir miyopiyle yaklaşmaları. Şiiri, deyiş yerindeyse, devinimsiz/ dirençsiz bir topal ördeğe döndürmeleri. İçtensizliklerinin kaynakları da buralarda, diyalektiksiz yaşamalarının yıpraklığının da.

Güyâ sevda şiirleri yazarlar, ıslak iki tavuğun birbirine sokulması tarzında bir mızmızlanmadır anlattıkları. Toplumsal kaynaşmalar/ yarılmalar, dünyanın sonsuz denklemli karmaşası, sevinçlerle kederlerin helezonisi yoktur yazdıklarında. Soyuttan soyut, yalınkat mı yalınkat, yeknesak bir yakınmacılık sinmiştir satırlarına. Ağlaktırlar. Dünyanın ve insanlığın hâline ağlamazlar ama. Kendi iki kişilik kulübeciklerindeki yıkımdandır döktükleri o timsah gözyaşları: Silik-soluk, kıvamsız bir serzenişler seremonisi işte… Arada bir emekten yana görünmeyi de denerler: Soğuk Savaş koşullarından kalma üç-beş çarpık sloganla zevâhiri kurtarmaya çalışırlar. Ortada ne şiiri anıştıran bir yapı vardır, ne de harcı edebiyatla karılmış bir emek savunusu. Silme avuntu!

Eskazâ, bir derginin yönetim katına, bir sanal sitenin yetkili bir noktasına gelmesinler; “Türk Tipi Baasçılık”ları tavana vurur alimallah, jakobenlikleri patlar vallahi! Kendi agressif ulusalcı (milliyetçi demiyorum, zîra bu baylar ve bayanlar, çokluk “solcu”dur, “lâisist”tir) ve kötülük dayanışmacısı kliklerine karşıt bir fikre, mümkün değil katlanamazlar. Derhâl silerler, “var-olmak”sız ama “varlıklı” konaklarından. Mütehakkimdirler, mütekebbirdirler, mütecâvizdirler çünkü. Diyesim: Günün birinde, çağcıl/ insancıl, canlı-cansız her “var-oluş”a hürmetkâr bir demokrasi, bu topraklarda tüm kurum ve kurallarıyla yaşanılır kılınacaksa; biliniz ki o demokraside, nitelik(sizlik)lerini yukardan beri saymaya çalıştığım şair profilinin sivrisinek boku mesâbesinde bir katkısına raslayamayacağız.

Çok yerde yazdım, gene yazayım: Etiksiz estetik, tetiksiz tüfeğe benzer. İşlevsizdir yâni… Ayrımındayız: Kötü insan olacaksak sonuçta, (iyi) şair de olmayalım; ne çıkar sanki! Eh, tetiksiz tüfeğin bile işlevsizliğine rızâ göstermezken gönlümüz; niye sevelim ki etiksiz şairleri? Onlar da bizi sevmiyorlar zâten. Ödeşiyoruz işte.


ŞİİR KÜLLİYATI/Bir Şiir Fırtınası

Yalçın Aydın Ayçiçek; frekanslarımızın şiir kanalıyla kesiştiği, eski bir dost. Şiir uğruna, nice gönül yangınlarına yatırmıştır yüreğini. İktisatçıdır, gene de teslim olmamıştır maddeciliğin ruhsuz-sevgisiz vantuzlarına. İki eli kanda olsa, şiir oturup/ şiir kalkmıştır. Gelin görün ki, sevgideğer Ayçiçek, bir onbeş yıl var, ekmeğini haramzadelerin/ haramilerin kuşattığı şu yeditepeli (ama yetmiş bin çileli) metropolde, şu şehr-i İstanbul'da kazanmak zorunda.

Ayçiçek, Tanrı Resimli Göçmen Tarihi (1) adlı; sevecenlikle bilgeliğin, yalınlıkla derinliğin, samimiyetle doğaseverliğin, dizginsiz tutkularla ve kışkırtıcı bir coşumculukla seviştiği şiir kitabını geçen yıl yayımladı. Gecikmiş bir kitaptı, demeyeceğim. Uzun yıllar öncesinden, anımsayabildiğimce: Adam Sanat, Varlık, İnsancıl, Damla...gibi dergilerde görünmesine karşın da demeyeceğim. Çünkü biliyorum: Belli bir düzeyi yakalamış yüzlerce şair yazar, olanaksızlıklar yüzünden, bir türlü kitaplaşamıyor; gün ışığına çıkamıyor. Öte yandan, başka bir dizi olumsuz ve kendi payıma ne yapsam-etsem sindiremediğim etken var ki; onları burda bircik bircik saymanın anlamı da/ gereği de yok. Hele, Yahya Kemal, Dıranas gibi "kendi semalarında tek yıldız" şairlerin bile, öte-dünya'ya göçene değin kitaplaş(a)mamış olmalarını düşünürsek, "kitapsız şair" olmayı, handiyse yücelteceğim. Neyse... Ayçiçek'in şiir atmosferine döneyim, iyisi mi sözü örselemeden...

Ayçiçek,

"Kavrulayım yanayım

kurak olayım

yorgun gelen yolcuya

durak olayım"

(Göçüvallahi, s. 11)"

diyerek, kişiyi canevinden vuran dizelerle başlıyor kitaplı serüvenine. Yalnızca acıya yaslanırkenki tavrı bakımından bile, dört dörtlüktür bu dört dize.

"Çağdaş Göçebe" (s. 15) de:

"Dudağımda bir Rumeli türküsü

ayçiçeği arabamı sürerim"

derken, halk sıcaklığıyla çocuksu avâreliği ne güzel bağdaştırıyor.

"Denize koşan bir damlayım

yolum uzun"(Damla, s. 18) diyor. İyi ki diyor. Yoksa, filozofça bir alçakgönüllülük nasıl şiirleşir, bilemeyecektik. Gelin de anımsamayın Sysphos efsanesini!

"Dedem

türküler getirmiş erkek sesiyle

ninemse bir çeyiz sandığı mani

bu yüzden naftalin kokar Trakya manileri-"(Muhacir İşi, s. 21)

Dedim ya, Ayçiçek, ayak seslerinden tanıyor bizim insanımızın serencamını. Tanımakla yetinmiyor; tutuyor o serencamı bir de estetik kıvrımlarla ete-kemiğe büründürüyor, yeniden üretiyor.

Bu noktada, sıkça tartışılan; doğası gereği üstünde bir türlü uzlaşılamayan; "kapalı şiir/ açık şiir" düzlemine taşıyacağım sözü. Kendi payıma, "kapalı şairler"den de (Cahit Zarifoğlu, Ece Ayhan, yer yer Sezai Karakoç... ilk etapta hatırıma gelenler), "açık şairler"den de (yüzlerce örnekleme yapılabilir) büyük hazlar devşirmişimdir. Kapalı şiir/ açık şiir tartışmasının, "şiir dışı" olduğu kanısındayım. Şiiri şiir kılan öğelerle ilgisiz diye düşünüyorum. Özünde, her iki şiir yandaşlarının da, haklılık/ haksızlık payları var: Kapalı (Hermetik) şiirciler, aşağı yukarı şöyle diyor: Şiir, "karşı dil"dir; egemen dil kalıplarını kıra kıra gelişir. Cahit Zarifoğlu'nun şu dizesine bakalım: "Pırıl pırıl bıçaklar çekip çıkardılar uyluk kemiklerinden." Şimdi de İsmet. Özel'e bakalım: "Ben halka bakınca sırça kirpikli gelinler huylanır." Doğrudur, her iki dize de yerleşik dil'le çatışa çatışa kurulmuştur. Ve her iki dize de sapına kadar şiirdir. Her iki dizenin de barındırdığı isyankâr zarâfeti kaç kişi kolaylıkla algılayabilir? Öyle ya, 1940'lı yıllardan beri gürül gürül gelen; berrak mı berrak bir kaynak akıcılığında; koskoca bir memleket sevdasını habire bereketlendiren Ahmed Arif'in: "Hasretinden Prangalar Eskittim"indeki çığlıkları karşısında, artık acıdan mıdır sevinçten mi, deli-divâne kesilmemek mümkün mü? Gene çağcıl şairlerimizden Arif Ay, sevgilisine: "Saçların hangi ülkenin ırmaklarında ıslanır/ İkindi gölgesi oralarda da uzun mu/ Oralarda da seven horlanır/ Sevilen vurulur mu" diye sorarken, ellerimiz böğrümüzde kalakalmaz mıyız, vurgun yemişçesine? Şunu demek istiyorum: Dil, aykırı olmakla yükümlü değil her durumda. "Gündelik dil"in içinden de insanı sarıp sarmalayan, nitelikli şiirler yazılabilir.

Gelgelelim, kimi şairlerin (!) zırvalamasının haddi-hududu yok. "Kustum betonarme binaların duvarlarına" dizesinin şairine, yıllar önce, Varlık dergisi tarafından ödül verilmişti. Kimileri de heceleri dahi parçalayarak, güyâ "biçimsel yenilikler" îcat ediyor. Yeni Dünya Düzeni (YDD) şarlatanları, bir "post-modern çağ" ("puşt-modern çağ" deseler, daha doğru olacak) saçmalığı tutturdular ki; böylelikle her türden "görüntü hokkabazlığı"na meşrûiyet sağlamaya çalışıyorlar. Dolayısıyla, "et koydum tencereye/ yâr geldi pencereye" türünden manzûmelerin şiirle ilgisi ne kertedeyse, modernist veya post-modernist aşırılıkların da şiire âşinalığı o kertede.

Ayçiçek'in şiiri ise açık. Açık ama asla basit değil. Tek anlamlı ve tekdüze hiç değil. Algılama antenleriniz yatayına ve dikeyine çalışmaya elverişliyse, Tanrı Resimli Göçmen Tarihi, sizin bakış evreninize, dallı-budaklı devinimler, ilginç ve heyecanlı yaşam zenginlikleri, say say tükenmez sanat deneyimleri sunacaktır.

"şarapnel parçası doludur sinem

son haberim bu olmaz ümit ederim" (Dedeler Ne Anlatır Torunlarına, s.25)

diyebilmek, öyle her önüne gelenin kotarabileceği bir duyarlık ürünü müdür?Sonra, "Emperyalizmi ne bilsin dedem

-bilseydi de dili dönmezdi mutlak

-Çanakkale derdi

Kore derdi

Yunan derdi o

bizim emperyalizm dediğimiz şeyin adına"(Dedeler Ne Anlatır Torunlarına, s.26)

biçiminde, görkemli bir nehir makamında akıp giden dizeleri okur-okumaz, ürpermez misiniz iliklerinize değin? KİT'ler haraç-mezat satılırken, ormanlarımız arazi mafyasınca cayır cayır yakılırken, milyonlarca insanımız kıvrım kıvrım kıvranırken kör olası yoksulluğun pençesinde..sizin gündeminizin baş-maddesinde borsanın inip çıkması veya kişiyi afyon yutmaktan beter eden futbol fanatizmi varsa, bir şey diyemem ona. O vakit, Ayçiçek'in şiirinin de, şiirindeki emperyalizm vurgusunun da canı cehenneme!

"Anaların baktığı cam çatlamaz

duyasın ey fidanım

kan kurutsalar da kuzeye karşı" Cam Bakarım Ey Oğul, s.42)

Kadim dostum Ayçiçek, yerden göğe haklıdır. En azından, kendi anamdan biliyorum: Anaların baktığı cam, sâhiden de çatlamaz; çatlamayacak. Ayçiçek, insanın tümen tümen hâllerini şiirsele dönüştürmekte o denli mâhir ki; şunca yıldır şiirle cebelleşen birisi olarak, kendisini kıskanmadığımı söyleyemem. Baksanıza:

"Ayrılmadan çok önce

nah şurama çöreklenir bir karayılan

Ayrılığın korkusu"(Karayılan, s. 59)

Korku, çağımızın başat belâlarından. Modernitenin, para-tanrıcı teknolojik koşullanmaların, konformist hayatlarımızın bizlere saniye saniye pompaladığı bir karabelâ. Ayçiçek, bu olguyu çarpıcı bir dille somutluyor. İdeolojik anlamda "Batıcı" değil; ama, felsefî-kültürel bağlamda "Batılı" bir şairle yüz yüzeyiz. Doğulu olmanın sağladığı ruhsal avantajlara da bilinçle yaslanan; dahası bu iki gerçekliği, birbirinin tamamlayıcısı olarak kavrayan bir "zihinsel genişlik"tir, söz konusu olan.

"Kaç Leyla ederdi toplasam 

sevda yoluna bıraktıklarım"(Sevda Yollarında, s. 63)

Bir insanal durum daha: Birbirine bitişik iki motif; ayrılık ve sevda. Her an birbirine dönüşebilme potansiyeli taşıyan, birbirinin kan kardeşi iki hassasiyet damarı.

"ayrılık sevdaya dâhil"(2)dir zaten. Kimbilir, hangi çelik çemberlerin bunaltıcı katılığında soluksuz kalmışızdır kaç kez; bu ayrılıktır. Yahut, dağa-taşa yansıyan, kurda-kuşa balkıyan iç kıpırtılarımız bizi darmadağın etmiş, sonsuzluğa savurmuştur âdetâ; bu da sevdadır. Ayçiçek'le bu duygu sağanaklarını yaşarken ortak zeminlerdeyiz; ancak o, çoğumuzun yaşadığını bizden farklı olarak, şiir tanrısının huzuruna çıkarıyor bizi, oralarda ağırlıyor.

Ayçiçek, içine kapanıyor yer yer, küsüyor. Şair küsmesi başka bir şey. Kendini kanatır en çok. Sevdiceğine iki dokunaklı sözü vardır olsa olsa; başka silâh tanımaz ki. Tıpkı şurda olduğu gibi:

"Paslanmış çan ses verdi de

sen vermedin çançiçeğim" (Sevdamı Vurdum Sırtıma, s. 68)

Şair, toplumsal-târihsel bilincin de ışıldağıdır. Dünyanın neresinde bir kıymık şer, şiddet varsa, oraya püskürtür sesini:

"Barut kokusundan önce

hiçbir gelin bakire değildi" (Tanrı Resimli Göçmen Tarihi, s. 88)

İncitmekten ürker, incetmekten kaçınır kaçınmasına; ne ki onun da sinir uçları vardır; çatlamaktansa koyverir makaraları kimileyin; sevimli bir aldırmazlığın koyaklarına sığınır. Ve birazcık üst perdeden bir sesle de olsa sorar (hakkıdır artık):

"Ayrılığın mezesi

şarabın mezesi balık

balığın mezesi ne Reis"(Yüzler ve Yollar, s. 84)

Sevgideğer Ayçiçek, güzelim şiirlerini sevgiyle selâmlıyorum. Ancak, iki yıl önceki son görüşmemizde; uzunca bir süredir yazmadığını, hiçbir şey de okumadığını söylemiştin. Hâlâ dediğin noktada duruyorsan; bu kitaptaki şiirler, senden mahşer günü davacı olurlar. Bilesin...

(1): Tanrı Resimli Göçmen Tarihi; Yalçın Aydın Ayçiçek, Pencereönü Kitapları, 1. Basım, İstanbul 1999

(2): Attilâ İlhan'ın bir şiir kitabının adı.

*): Çıkın, Mayıs 2000, Sayı 3