Türker Ayyıldız’ın adı bana yabancı değildi ama ne yazık ki bugüne dek herhangi bir yapıtını okumamıştım. Dr. Ekrem arkadaş bu kitabı bana bırakmasaydı belki daha da geç tanıyacaktım. Daha da utanacaktım. Şikeste’yi okumak benim için gerçekten bir kazanım oldu. Yazar, dilden düşmüş bu sözcüğü kitabına ve bir öyküsüne başlık koymayı tercih etmiş, hiç de yanlış olmamış. Farsça kökenli, Osmanlıcada, 1. kırık, kırılmış 2. mec. gücenik, gücenmiş, kırgın, üzgün, kederli anlamlarına gelen bu sözcük, Tevfik Fikret’in ünlü yapıtını haliyle anımsattı: Rübab-ı Şikeste (Kırık Saz). Bu yapıttaki şiirlerden Sen Olmasan şiiri düşüyor belleğime: “Sen olmasan. Seni bir lahza görmesem yahud/ Bilir misin ne olur?” diye başlayan ve “Akşam/ gurûba karşı düşündüm sükûn içinde bunu/ Fena değil sevişip ağlamak, fakat heyhat/ bükâya değse hayat!” dizeleriyle biten o ölümsüz şiir.
Türker Ayyıldız, Vapurlara Küsmek yapıtıyla 2011’de Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne layık görülmüş. Ardından gelen bu yapıtındaki (2016) sert öykülerde alttan alta sezilen bir nostalji, bir kırıklık da var. O çıplak, akıcı dil ve anlatım eşliğinde. Kitabın arkasındaki şu yetkin değerlendirmeyi almak istedim: “Türker Ayyıldız’ın kaleminden, farklı yerlerinden kırılmış hayatların hikâyesi dökülüyor. Ömürlük yaraları hiçbir zaman kabuk bağlamamış insanların çabalarının, çarpışmalarının, kırılmalarının, kırıklarla yola koyulmalarının hikâyeleri.”
Tanıtım bültenindeki şu saptamaya da katılıyorum:”Şikeste’de toplumun kıyısında kalmış kırgın, yıkık, dayanıklı ve bıçkın insanların canlı hikâyeleri etkili bir dille anlatılıyor.” Bu dayanıklı, bıçkın karakterleri Kundak, Boşa Giden Her Şey, Eski Bir Yara, Salak Ahmet Tesisleri ve diğer öykülerde capcanlı görüyoruz
On dört öykü var kitapta (YKY): Yeşil Cip, Boşa Giden Her Şey, Kırlangıç Meselesi, Ha Camgöz Ha Köpekbalığı, İğne İzi, Salak Ahmet Tesisleri, Kundak, Burgaz’da Pazar, Sağ Sol, Eski Bir Yara, Sır, Zifir, Şikeste ve Son Öykü. Bu öykülerin ortak özelliği iç yakıcı yaraları anlatan metinler olması. Kent- kasaba (buna yurtdışını, Almanya’yı ekleyebiliriz) gelgiti arasında, acı anılar yüklü, yaralı karakterlerin somutluğu, mekân, ortam içindeki duruşları dikkat çekiyor ve capcanlılığı. Kasabaya, taşraya ilişkin ayrıntılar derin bir gözlem, yaşanmışlık ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Günümüz soyut, bireyci, o postmodern anlayışından hayli farklı, sarsıcı öyküler. Bu özgünlük, daha ilk öyküde bizi etkiliyor, metin hayli çarpıcı bir sonla bitiyor. Her öykü için bunları söylemek abartı olmaz. Bu metinlerden birçok çarpıcı, aforizma değerinde cümleler okura, altını çizdiriyor.
;Kitabın başındaki Füruğ’dan alıntı dizeler bize içerik hakkında ipuçları veriyor: “kimse güneşle tanıştırmayacak beni/ kimse serçelerin şölenine/götürmeyecek beni/uçmayı anımsa/ kuş ölümlüdür”.
Hele bir öyküsünde de geçen şu aforizma değerindeki cümle: “Öyle sessizdir ki kasaba geceleri, tüm çocuklunuzu, havlayan bir köpekten dinleyebilirsiniz.”
Bu metinler kimi zaman elatlatımlı kimi zaman benanlatımlı olarak karşımıza çıkar. Ama her iki anlatımda aynı ustalık: “‘Sessiz olun, benim serseri öğrencilerim.’ diye bağırdı öğretmen.” (Sır) “İnternetten aldığım biletler yazılırken gişedeki memureyi izliyordum.”(Kırlangıç Meselesi) Diyaloglar- daki ustalığın da okurun dikkatini çekmemesi zor:”Köftemiz meşhurdur.”/”Hı!”/İsterseniz meze tepsisini getireyim.”/ “Yok yok köfte olsun…”/ “Bir, bir buçuk?”/”Bir.” (Kırlangıç Meselesi, s.31)
“Epeydir geri kalıyordu,”diyor./”Hı?”/ “Saat… Az önce saati sormadın mı?”/”Ha! Evet sordum da, tamir edilmiyor muymuş?”/”Götürdüm, ‘Çöpe at!’ dediler, her taraf Çin malıyla dolu…”(Salak Ahmet Tesisleri, s.55)
Öykülerde çok karakterin varlığı dikkat çekiyor. Ana karakterler kadar yan karakterler de öyküdeki olay örgüsünde belirleyici oluyor. Bunun somut örneklerinden biri de İğne İzinde öyküsüdür. Kullanma kılavuzunda unutulan yaka fotoğrafındaki genç kadın fotoğrafı üzerinden suyu çekilmiş bir evlilik hikâyesini okurken asıl mesajın elim bir kazada yitirilen gencecik canın trajedisinin yarattığı yıkım olduğunu fark ediyoruz. Ya da hepsi. Çoklu karakter ve tema yönünden hayli öne çıkan bir öykü de Salak Ahmet Tesisleri’dir. Bir kasabadaki bilardolu bir kahvede tanıklığın ustaca anlatıldığı bu me- tinde nerdeyse bir taşradan kesit var. Ayrıntı ustalığını, çevre ve kişi betimini burada da görüyoruz yazarın: “Islığıyla bir türkü tutturmuş, ne söylediğini çıkaramıyorum. Eskilerden söyler, yenileri bilmez pek. Kafayı bulursa bozlak okur, hem ağlar hem ağlatır. Sigarasının ateşi filtresine dayanmış. Kül tablasının üzerinden gri bir duman yükseliyor.”(s. 53) Bu da hayli ilginç, bir köyden kente göçmüş taşra tutuculuğu öyküsü.
Temasıyla farklı bir öykü olan Ha camgöz Ha Köpekbalığı’ndan söz etmeden olmaz. Burada göçmen/sığınmacı sorunu ustaca ve gerçekçi bir bakışla işlenmiş. Ama bu sığınmacı karakterler bildiğimiz doğudan değil, Balkanlardan gelmiş iki kadın. Tabii, onlarla yaşamı kesişen bir aile … Burgaz’da Pazar hayli sert bir öykü, sarsıcı ve ayrıksı. Taşra ortamında başarısız bir Almancı’nın anlatıldığı Son Öykü’yle bu değerlendirmeyi bitirelim. Ama bu öykülerin hemen hepsinin ortak özelliği çarpıcı, çoğu kez beklenmedik bir sonla noktalanmaları! Bu yazarın alkışı hak eden bir ustalığıdır.
Aforizma değerinde cümlelerin bolluğundan söz etmiştik. Birkaç örnek:
1.Bana derler ki “Öyle bir ver ki sağ elin verdiğini sol elin bilmesin, görmesin.” Ben de derim ki ‘Peki, bu sağ elleriniz neden bu kadar meşhur oldu?”
2. Üsküdar, bu şehirden boşanmak için bahaneler arıyordu.
3. Vantilatörün kısa devresi şehrin tüm ışıklarını söndürmüş gibi. Yer çekimi, suyun kaldırma kuvveti, eylemsizlik, uzaklık-yakınlık gibi tüm kavramlar unutulmuş. Bir solukta Haydarpaşa’ya ulaşıyoruz. Deniz çekilmiş, raylar bir korkuluk gibi şaha kalkmış. Sirkeci’ye doğru.
4. Kırılmış insanın mirası olur mu?
Sözün sonu: Türker Ayyıldız’ı geç tanımış olmanın ezikliğini, diğer yapıtlarını en kısa zamanda edinip okuyarak unutmaya çalışacağım.