3 dakika okundu
UNUTULMAZ DİYALOGLARIYLA ANTİFAŞİST BİR ROMAN/ Selman BÜYÜKAŞIK

Başlarken: Siracusa doğumlu İtalyan yazar, gazeteci Elio Vittorini (1908-1966), Cesare Pavese’nin de çağdaşı. Türkçeye çevrilen yapıtları: Sicilya Konuşmaları, Kırmızı Karanfil, Fil. İspanya’daki Cumhuriyetçileri destekleyen yazılarından dolayı Ulusal Faşist Parti’den kovulmuş. 1939’da Milano’ya taşınmış. Bu romanı yayımlanınca (1941) hapse atılmış. 1942 yılında Mussolini’yi eleştiren yazıları nedeniyle ikinci kez hapsi boylamış. İtalya Komünist Partisi’ne üye olmuş. Macaristan işgali (1956) komünizme inancını derinden sarsmış. Bundan sonra yaşamı boyunca gazetedeki editörlüğünü sürdürmüş.

Bu basit bilgiyi neden verme gereği duydum? Özenli hatta lüks sayılacak bir baskı tasarlayanların (Helikopter Y.), kitaba bugün bayağı yüksek bir eder biçenlerin (Baskı 2009, bugünkü fiyat 50 TL.) Elio Vittorini’nin kısacık bir yaşam öyküsüne yer vermek zahmetinden kaçınmaları yadırgatıcı.



SİCİLYA KONUŞMALARI

Türkçede ilk baskısı E Yayınları tarafından 1971’de yapılmış. O yıllarda bunu fark etmemişim. Gönül Çapan’ın başarılı çevirisi hemen ilk sayfalarda fark ediliyor. Sonlara doğru bazı dil, noktalama kazaları olsa da.

Romanda olaylar geçmişte, başka ülkelerde değil, II. Dünya Savaşı yıllarında üstelik Mussolini’ nin faşist dikta döneminde geçiyor hem de insanlık düşmanı iktidarı/iktidarları üstü kapalı suçlayarak, hayli ustaca metaforik anlatım ve imalı bir dille, güya masum konuşmalarla. Yine de cezadan kurtulamamış Vittorini. Geçmişe de özelde bir yolculuk romanı anlatıcı kahramanımız için. Ama bu romanda ağırlıklı yer tutan, öne çıkan, unutulmaz diyaloglar; bu diyaloglarla gerçekleşen çok başarılı psikolojik dokundurmalar, çözümlemelerdir.



Anlatıcımız Silvestro, Kuzey İtalya’da, bir matbaa döküm işçisi, harf dizicisi. On beş yıl önce, on beş yaşında ailesini, evini dolayısıyla Sicilya’yı terk etmiş, şimdi otuzunda bir baba, bir koca. Bu kış öfke nöbetlerinin pençesine yakalanmış, toplumcu bir duyarlılığın yol açtığı umutsuzluğun sessizliğini yaşayan bir adam. Başka bir ifadeyle savaş ve faşizm karşıtı.

O gün Venedik’ten, babasından bir mektup alır. Baba, mektupta Silvestro’ya, evi terk ettiğini, bir kadınla evlendiğini ve geçmişe dönük birçok ayrıntıyı açıkladıktan sonra ondan, her yıl 9 Aralık’ta bir kartla doğum gününü kutladığı Sicilya’daki annesini bu kez ziyaret ederek yeni yaşını kutlamasını ister. San Cataldo’dan Racalmuto’ya giden tren yolu üzerindeki küçük bir istasyonun bekleme odasında demiryolu işçilerine Macbeth’i okuyan babasını, küçücük bir çocuk olarak alkışlayışını anımsayan Silvestro’ya göre baba Costantino bu mektubun aynısını dünyanın değişik yerlerine dağılmış beş oğluna göndermiştir.

Günlerden cumartesi. On beş günde bir, aldığı ücretlerin verildiği cumartesi. Kartı yazıp cebine koyar. Eve gidecekken karar değiştirir, ‘Sicilya’yı Görün!” afişini görünce. % 50 indirimli tarifeyle 250 liret ödeyerek Siracusa’ya gidiş dönüş bileti alır. 100 lireti kalmıştır. Kuzeyden Floransa’ya, oradan Roma’ya… Napoli… sonra Calabria treni ve Sicilya’ya giden vapura biniş…

Bu yolculukta Silvestro’nun tanık olduğu yoksulluk, açlık, trendeki yolcularla diyalogları derin bir gözlemin verimi bir kalemden dökülen ayrıntılar. Roman zaten ağırlıklı olarak bu usta işi diyaloglar dan oluşuyor. Türkçe karşılık kaygısıyla, ‘Sicilya Konuşmaları’ ne yazık ki yeterince karşılamıyor. Bana göre, ‘Sicilya Diyalogları’ denmeliydi. ‘Konuşma’, ‘diyalog’un birebir karşılığı değil. Belki, ‘söyleşi’ de bunu karşılardı.

“Fareden başka bir şey yoktu, kapkara, biçimsiz, üç yüz altmış beşi birden, sonra bir üç yüz altmış beş daha hayatımın kara fareleri, ama yalnız dağlarda ve Sicilya’da geçirdiğim yılların fareleri. İçimde kıpırdanıp durduklarını duyuyordum, sürüyle fare, sayıları on beş kere üç yüz altmış beş eden fareler. Çocukluğumu yeniden yaşamak için belirsiz bir özlem kapladı içimi.” diyen Silvestro’nun içindeki kavalın sesi tizleşir(s.11). Bu itkiyle yola düşen kahramanımızın tanıklıkları, aynı trende yolculuk eden, bir kere portakal bahçesinde çalışıp da emeği karşılığında portakal alan, portakallarını satamayan, bu nedenle trenle kasaba kasaba dolaşan aç Sicilyalılarla konuşmaları hem çok anlamlı ve metaforik hem ürpertici. Yolcuların hemen hepsi bu savaşın yarattığı yıkımın, yoksulluğun ceremesini çeken yoksul insanlar. Trendeki iki faşist görevlinin diyalogları da bu yolculuk sırasında hayli anlamlı ve de düşündürücü.

Yolculuk sonunda Sicilya’da, dede evinin olduğu sarp bir dağ eteğindeki köyde anneyle yaşadıklarıtopu topu iki gün-, evdeki unutulmaz sohbetleri ve köyde hasta ziyaretlerinde görülen ve gözlemlenenler romanın ana bölümünü oluşturuyor. Burada, bu diyaloglarda hem yokluğun yarattığı yıkımın, hem İtalya’da o yılların aile kurumunun, özelde kendi ailesinin, çocukluğunun anımsanıp sorgulandığı kısacık bir zaman dilimi. Hiç eksilmeyen ‘o kaval sesi’ eşliğinde. Ana-oğulun evlilik, baba/koca-anne ilişkisi; ihanetler, itiraflar seksen yıl önce yazılmış bir roman için hayli cesur, şaşırtıcı. Annenin koca ve baba ilişkisi, imajı çok özgün.

9 Aralık doğum gününü kutlayan kart elinde, 8 Aralık’ta annesinin kapısını çalıyor. On beş yıl sonra anneyi görmenin çözümlemesi nefis. Signora Concezione Ferrauto, uzun boylu, açık renk saçlı, elli yaşlarında güzel bir kadın.”Bak şu işe, annemin evindeyim!” diyen Silvestro, geldiği için sevinçli. “Orada bulunuşum bana beklenmedik bir olaymış gibi geldi, tıpkı insanın ansızın kendisini geçmişte beklemediği bir noktada hatırlayışında olduğu gibi- neredeyse gerçekdışı bir durum.” diyen oğul Silvestro (s.43). Yalnız, başta, babasının kendisine gönderdiği mektubun aynısını beş oğluna gönderdi- ğini söyleyen anlatıcımızın, annesinin Sivestro, Felice ve Liberio adlarında üç oğlu olduğunu öğreniyoruz. Peki, bu durumda babanın başka kadınlardan da çocuğu olduğu mu sezdirilmek istendi?

Anneye göre baba, evi terk etmemiş, kendisi babayı kovmuş. Yani yaşananları çok farklı algılayıp yorumlayan bir kadın. Ona göre korkak, yardım edemeyen, ağlak bir koca ve hep başka kadınlar için şiirler yazan pısırık bir tiyatro oyuncusu. Kendi babasıysa, kusursuz bir erkek. Yusuf Peygamber’e inanan bir sosyalist. Törenlerde atı üzerinde bir kral! Üç güzel kız babası. Annesi, kocasından her söz edişinde babasını özlemle anıyor; hatta karıştırıyor. Babası onun için bir idol, bir kahraman. Bildiğimiz Elektra kompleksi. Ve ana- oğlun on beş, yirmi, yirmi beş yıl öncesini anımsaması, unutulanın birbirine anımsatılması ve çağrışımlar olağanüstü. Ana-baba hat bekçiliği yapmış. Oğulda baba imgesi farklı  ama bir erkek olarak kadın-erkek ilişkilerini sorgularken yaptığı özeleştiri de unutulmaz. Daha da ilginci, annenin, kocasının ihanetlerinden bunca yakınırken, oğlunun sorgusu karşısında ortaya çıkan beklenmedik, masum değiliz hiçbirimiz dedirten şaşırtıcı itirafları. Bütün bunlar unutulmaz diyaloglar, sor- gulamalarla ortaya konuyor. Dört yaş küçük kardeşinin gönüllü, hevesle gittiği, bir seyahat sandığı bu askerlikte- savaşta denmiyor- ölmüş olduğu gerçeğini öğrenen ağabey. Ama, Sinyora Concezione’nin, kocasını boynuzladığı erkeklerden asker üniformalı adamın bir daha kendisini ziyarete gelmeyişini onun savaşta kaybolmuş oluşuna tereddütsüz bağlıyor.

Sağlıkçı-aşıcı olmuş anneyle köyde ev ev dolaşıp o karanlık odalarda sıtmalı ya da veremlilere iğne yapışı, o savaş yıllarında insanların korkunç yoksulluğu, açlığı sarsıcı sahnelerle göz önüne seriliyor. “Hem bütün bunları hem de bundan fazlasını biliyordum. Çalışan insanlardan biri hasta oldu mu, onun ve yakınlarının neler çektiklerini anlayabiliyordum.” diyen anlatıcımız, yoksul yaşamın yabancısı değil. “Ama belki de her insan, insan değildir, bütün insanlık insan olmaktan uzaktr. (…) “Biri cana kıyıyor, öbürünün canına kıyılıyor; bütün insanlık değil, ancak canlarına kıyılanlar insandır.”(s.102) saptaması unutulmaz bir aforizma.

Hastalığı da daha önce deneyimlemiş Silvestro’ya, iğneci annesinin, bu işteki maharetini oğluna göstermek takıntısıyla hastalardan o güzel dula ve ardından genç güzel kadına da iğne yapışını zorla izletmesi, bu güzel kadınların sözde itirazları ironik ama biraz tuhaf kaçıyor biz yabancı okurlar için. Ve annenin köyünde önce tanıştığı, aynı duyarlığı paylaşan Bileyici Calogero, sonra binicilik koşumları satan Ezechiele ve kumaşçı Porfirio ile arkadaşlığı, bunlarla olan uzun eğretilemeli zekice diyalogları çok ilginç: Bileyici, Silvestro’yu Ezechiele’ye, “Hakarete uğrayan dünya için acı çekiyor. Kendisi için de- ğil.” biçiminde tanıştırır. Yanıt da bir o kadar anlamlı:”Elbette kendisi için değil. Ama gene de herkes kendisi için acı çeker…”(s.136) Daha sonra yine Ezechiele’nin şu saptaması unutulmaz: ”Dünya büyük, dünya güzel ama çok canına okunmuş. Herkes acı çekiyor ama her insan kendisi için, canına okunan dünya için değil. Bu yüzden de dünyanın canına okuyanların sonu gelmiyor.”(137)

Yapıt sona doğru fantastik bir atmosfere evriliyor Silvestro’nun yaşadıkları ve duyumsadıklarıyla. Askerde kaybedilmiş kardeş Liberio’yla mezarlıkta yaşanan o düşsel-sanal diyalog Mezarlıkta yaşanan düşsel sahne bizde bir Shakespeare perdesini anımsatır. Sokakta sigara içip yürürken onu bir ağlama tutar. “Aslında, ağlamıyordum bile; yalnız hatırlıyordum, hatırlayışım da başkalarına gözyaşı gibi görünüyordu.” demesi çok derin bir psikolojik saptama, çözümleme. Sokakta ağlayarak yürürken onu bu yolculukta tanıdığı duygudaşlar, arkasından onu izliyor.

Romanın sonuna yazarın eklediği not da anlamlı ve ironik. İşi oyuna dökme çabası: “Her türlü şüphe ve yanlış anlaşılmayı önlemek için, Sicilya Konuşmaları’nın baş kişisinin kendi hayatımdan alınmadığını, onu çevreleyen ve ona eşlik eden Sicilya’nın da bir raslantı sonucu Sicilya olduğunu söyleyerek okuru uyarırım; ancak, Sicilya adı kulağıma İran ya da Venezüella’dan daha hoş geliyor. Hem bütün müsveddeler bir şişe içinde bulunmuş olabilir.”

Roman, beş bölümden oluşuyor. Ama ‘bir, iki…’ diye numaralanmış alt bölümlerin numarası devam ediyor. Üstelik kısa kısa bölümler. Bu da okumayı kolaylaştırıyor. Zaten dil ve anlatımıyla da hayli akıcı ve açık. Hele o usta işi diyaloglar… Çeviri de başarılı, ama virgül konması gereken yerde bu- na boş verilmesi gerçekten rahatsız etti beni. O virgülü koymak çok mu zor ya da o ustalığa gölge mi düşürür? “Zaten o kadınlarla hep öyleydi.”(s.64) Burada ‘o’dan sonra ‘,’ konmamasının anlamı değiştireceğini, en azından ilk algılayışta, düşünmesi gerekmez miydi sayın çevirmenin? “Bileyici ucu hem ok hem hançer gibi sivrilmiş çakımı verdi.”(s.130) Burada da ilk sözcükten sonra virgül konmalıydı. Ne ya- zık ki başka dil kazaları da var:”Erkeğin sesinin sahibi bir iki yaşlarında olan oğlunu kucağına almıştı.” (s.91) Tabii, doğrusu “Erkek sesinin sahibi…” Çocuklar okuldan aç kurtlar gibi karınları iyice acıkmış, iştahları kamçılanmış dönerler.”(s.100) “Aç kurtlar gibi karınları iyice acıkmış…” ciddi bir dil yanlışı.

Sözün sonu:

İki büyük savaşın yarattığı yıkımı anlatan pek çok roman yayımlandı Batı’da da dünyada da. Bu romanı farklı kılan, hem savaşı yaratan ülkelerden biri olan İtalya gibi o yılların faşist Mussolini iktidarı döneminde yayımlanması, hem de kapalı, metaforik bir dille de olsa savaş ve faşizm karşıtlığını cesur- ca ve ustaca anlatması. Böyle bir romanı savaştan yıllar sonra yazmak başka, o sıcak çatışma ortamında yazmak başka. Bu da onu daha da çok farklı kılıyor.

Toplumsal duyarlıktan doğan umutsuzluğun sessiz öfkesi ilk sayfadan son sayfaya dek içimizde bir nabız gibi atıyor. Roman, savaşı değil, cephe gerisindeki halkın yoksulluğunu, bundan duyulan yakınma ve kızgınlığı yani savaşın yarattığı yıkımı anlatıyor. Bu korkunç savaşla doğrudan ilgili çok az ayrıntıyla o günkü halkın koşullarını anlatabilmek alkışı hak eden bir kurgudur.

Herkesin okumasını önereceğim bir roman.

                                                                                                 5 Nisan 2022