Kim ne derse desin, eleştirmenler, özelde edebiyatın (genelde sanatın) üvey evlâtlarıdır. İki kez ikinin dört ettiği kadar kesin bir gerçektir bu. Şairler/ yazarlar (sanatın hangi dalında olursa olsun, eser verenler) veya kendilerini şair/ yazar (sanat insanı) zanneden birtakım yeteneksizler, eleştirmenleri, bitleri kadar, günahları kadar sevmezler. Överseniz, olumlarsanız, mesele yok. Kupkuru bir teşekkürle yetinir çoğunluğu (aralarında kuşkusuz değerbilir davrananları da var). Ama beğenmezseniz, eser(ler)inin estetik/ poetik eksikliklerini bircik bircik dökerseniz ortaya, yandı gülüm ketenhelva! Hemen çıkarırlar vantuzlarını ve sipsivri mızraklarını, sanatsal değerlerin yüceliğini ve evrenselliğini hiçbir çıkar güdüsüne saplanmadan savunan zavallı eleştirmenlere saplamaya başlarlar. Ne estetik, ne etik, hiçbir kaygı taşımazlar bu konuda. Feryat-figân, çığlık çığlığa saldırırlar da saldırırlar.
Ben bu yazıda, denememin nesnesini edebiyat eleştirmenleri dolayımında, edebiyat sanatçılarıyla (şairlerle ve yazarlarla) sınırlayacağım.
Söz konusu şair ve yazarlar içinde en kara câhilleri, hemen şöyle bir silâha sarılır:
“Mâdem sen biliyorsun, iyi şiir yazmasını, iyi romancılığı vs., sen bir ürün koy ortaya da görelim.” Oysa, eleştirmen kişinin bir sanat eseri ortaya koymak gibi bir zorunluluğu asla yoktur ve olamaz. Eleştirmen, doğası gereği sanatçı değildir ki. İmgelerle, mecazlarla, metaforlarla çalışmaz o. Onları açıklar elbet, ama nasıl açıklar: kavramsal matrislerle, düşünsel yönelimlerle açıklar. Eleştirmen odur ki, bilimlerle sanatların kesiştiği bir ara kesitten yazar yazacağını.
Söylemek gereksiz: Eleştirmenler arasında da, sanat yapıtları ortaya koyanlar var elbet. Ancak bu durum her eleştirmen için geçerli değildir. Kaldı ki öyleleri, temelde eleştirmen değildir çoğunca. Arada eleştiriler de yazan şair ve yazarlardır (sanatçılardır). Bizde Ahmet Oktay, Cemal Süreya, Veysel Çolak gibi şair ve yazarları bu grupta görebiliriz örneğin. Gelgelelim, bir Fethi Naci, bir Mehmet H. Doğan, bir Mehmet Kaplan, bir Asuman Kafaoğlu Büke, bir Asım Bezirci, bir Ömer Türkeş, Bir Önder Otçu.. ne roman, ne şiir, ne öykü yayımlamışlardır. Burada hoş görün, indirgemeci ve yalınkat bir yaklaşımmış gibi görünme riski taşımasına karşın, savımı somutlaştırmak için, yalın bir benzetmeye başvuracağım: Eleştirmenler tavukçu, şair ve yazarlar ise tavuk konumundadır bence. Tavuk yumurtlar (sanatçı, eser verir); tavukçu ise, yumurtanın bozuk veya sağlam olduğunu saptar (eleştirmen, eserin niteliğini belirler). Tavuk, nasıl yumurtasının iyi mi kötü mü olduğunu bilemezse; yazar/ şair de, ayrı bir tartışma ve irdeleme konusu olması gereken nedenlerle, kendi yazdıklarının niteliği (ne'liği/nasıl'lığı) konusunda yanılabilir. O, eserini ortaya koyduktan sonra, çekilmelidir artık. Eserine ilişkin yargı hakkı, eleştirmenlerin (ve elbette bilinçli-donanımlı okurların) olmalıdır. Eleştirmen ve okuyucu, beğenir-beğenmez, sever-sevmez; ama sonuçta yazınsal bir temellendirmede bulunur. Bu temellendirmenin gerekçeleri de, öncelikle ve şaşmaz biçimde estetik, sonrasında da etik vd. ölçütlere yaslanmak zorundadır. Bu ölçütlerden yalıtık yorumlamalarda bulunan eleştirmenler ve okurlarsa, ne yazık ki gerçek eleştirmen ve gerçek okur sayılamazlar.
Diyeceğim: Okuru bir yana bırakalım da, eleştirmen: eser yazmakla ıralanmayan ama bir başkasının ortaya koyduğu eserin estetiksel mîmârisini, kendi değerlendirme sistematiğini tabanından tavanına dek kavramsal ve düşünsel koordinatlara yaslanarak çözümleyen bir edebiyat/ felsefe (ya da kültür-sanat) entelektüelidir. Bu noktanın özeti şu: Eleştirmen tavukçudur ve ona, “yumurtadan anlamak için tavuk olmalısın” diyebilmek hakkını Allah hiçbir kuluna bağışlamamıştır. İyi yumurtayı kötü yumurtadan ayırt edebilme işi, görev paylaşımı gereği, tavuktan önce tavukçuya düşer.
Geçerken şunları da eklemeliyim: Sicilli eleştirmen karşıtları, külliyen apolitik, nemelâzımcı, kimin arabasına binerse onun şarkısını söyleyen; kendilerini kabîlelerinin bir üyesi olarak algılayan, dirsek temasçısı ve fecî hâlde yıkama-yağlamacı kişilerdir. Dar grupçuklarının oportünist ve menfaatperest kurallarına göre hareket ederler. Filozofik anlamda “var-olmak” diye hiçbir dertleri yoktur; salt “görünmek” isterler. Bu sebepten de ödülden ödüle koştururlar, yarışmadan yarışmaya seğirten atlar gibidirler. Kıytırık bir kuruluşun formaliteden “kakaladığı” bir plâketle ve birazcık parayla hemen büyük şair, erişilmez yazar havasına girerler. Taşra gazetelerinde veya niteliksiz bir-iki dergide de üç-beş şiir/ yazı mezbelesi yayımlamışlarsa bir de, Olimpos’un tepesine çöreklenmiş Zeus sanırlar kendilerini. Şiir yazarken kafiye tutturmak, yazı yazarken “başöğretmenlik taslamak”, en belirgin özelliklerindendir. Kitaplarla, kültür-sanat dergileriyle başları hiç hoş değildir. Dil, onlar için asla mühim değildir. Kırık-dökük sokak ağzıyla yazmayı edebiyatın haysiyetine hakaret olarak görmezler.
Eleştirmen düşmanı başka bir bölük şair ve yazar var ki, bunlar “ideolojik”, dahası jakobence davrananlardır. Bunlardan bizim tâlihsiz edebiyat târihimizde mebzul miktarda var. Eleştirmen, tabi ki haklı olarak, ne vakit estetik ölçütlerden söz açsa, onlar artık siyâsal, dinsel vö. meşrep ve mezheplerine göre değişen tavırlarda “toplum”, sınıflar”, “din-îman”, “millet-memleket” diye titreyip dururlar. Eleştirmen, onlara bakarsanız bunları bilmiyor ya, bu retorikçi baylar ve bayanlar ona derslerini verirler cevvâliyetle. Didaktiktirler, kupkuru bir söylemle birtakım “hakikatler”in tellallığına soyunmuşlardır. Kendilerine âhir zaman peygamberliği vehmedenler bile var bu allâmeicihanlar içinde. Şiir de neymiş, estetik ölçekler de neymiş; ilkin kitleleri sarsacaksın, onlara ödevlerini bildireceksin! İyi de, o işi, uğraş düzlemleri toplumlar olan toplumbilimciler, siyâsalbilimciler, makale yazarları, gazeteciler ve ilâhiyatçılar zâten yapmıyorlar mı? O zaman sanata ne hacet? Tüm insanlığı kurtarma öz-görevini heveskârlıkla omuzlamış bu çokbilmişler taburuna, bir türlü anlatamazsınız edebiyatın farklı bir atmosfer istediğini. Dediğim dedik, çaldığım düdük demekte diretirler de diretirler bunlar ve ahbap-çavuş ilişkilerini, ne hikmetse, çok da iyi becerdiklerinden, tüm cenahlarda el üstünde tutulurlar ve saygınlık da görürler! İki sloganik cümleyle ve birkaç klişe tanımlamayla sınırlıdır dağarcıkları. Kültürel-duyarlıksal donanımca çok zayıftırlar. Dinamizmden yoksun, kof bir romantizmleri ve ağlamaklı bir nostaljileri vardır.
Eleştirmen-sevmez bir başka öbek şair ve yazarsa, postmodern görünmek çabasıyla çeşitli sanatsal hokkabazlıklara gönül indirenlerdir. Sayıları çok az olmakla berâber, etkinlik alanları geniştir bunların. Hemen üst paragrafta işâret ettiğim tiplerin biçimsel olarak asimetriği gibi görünseler de, özsel olarak simetriğidirler. Bunlar da, şiirin ve yazının hiçbir şey söylemediğini ve onun ereğinin kendisine içkin olduğunu ileri sürerler. Sanatı saklambaç gibi bir oyun derekesine indirgerler. Estetiksel eylemselliği, bireysel-toplumsal-târihsel boyutlarından bütünüyle soyutlayarak gülünçleştirirler. Bir tür “kaçış” şairi ve yazarlarıdır bunlar. Sırtları bozuk-düzen egemenlerinin yandaşlarınca, ömürleri boyunca sıvazlanır. “İmtiyazsız-sınıfsız, kaynaşmış kitleler” palavrasının edebiyattaki azılı avukatlarıdırlar. Emek ve emekçinin kavramından da kendisinden de gulyabânî görmüşçesine kaçışırlar.
Ben üç gurup eleştirmen-sevmez’e değindim edebiyat içinden. Daha nicesi var ya, bu yazının sınırlarını aşar.
Bir de edebiyat-dışı kesimlerden eleştirmen-sevmezler var. Onların demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi evrensel-insânî değerlerden korkmasıyla tastamam çakışan bir sevmezliktir bu ve futbol fanatizmiyle, televole kültür(süzlüğ)üyle, iliklerimize değin nüfuz ettirilmiş fastfood davranış modelleriyle ve daha binbir çeşit çirkinlikle sevişirken şehvetlenen kuru kalabalıklardır bunlar. Mülkiyet ve para azgınları da var içinde, açlıktan nefesi kokanlar da. Holding beslemesi profesörü de var, ilkokul kapısı görmemişi de. Dindarı da var, dinsizi de. Sağcısı da var, solcusu da. Kadını da var, erkeği de, eşcinseli de. Varoğlu var işte. Olmasaydılar, demokrasi ve eleştirmen düşmanlığı bu derece dallanır-budaklanır mıydı hiç?
Onu bunu bilmem: Eleştirmen düşmanları, sallantısız demokrasi düşmanıdır aynı zamanda. Demokrasi düşmanından, ortalama anlamda bir insan olunmaz ki; yazar/ şair nasıl olunabilsin!
Bana kalsa, meselenin kökeninde çok daha başka bir düğüm duruyor. Çok katmanlı başka bir analizi zorunluyor o düğüm. Sosyo- psikolojik, sosyo-kültürel, sosyo-politik vs. bir dünya dalgalanmayla yüklü. Girersek, yazı uzadıkça uzayacak. Kısaca diyeyim de anlayan anlar: Ben öldükten sonra, ardımdan, şöyle şairdi böyle yazardı falan diye geveleyeceklerine; eleştirisiyle-özeleştirisiyle iyi insancıktı, desinler yeter. Demezlerse de canları sağolsun. Bütün bu yazıyı, belki de bunu demek için yazdım.