Son üç yıldır belki de dört, şu hastalık belası hayatımıza girdiğinden bu yana benim ve duyduğum kadarıyla bir çok kişinin de eğlencesi, tutunduğu bir dalı olmuş yazmak. Yazmak eylemine başlamak için klavyenin başına çöküyorum. Her seferinde de ne var ne oldu neden yazıyorsun sorusunu kendime sormadan başlayamıyorum yazmaya. Elimin kilidini bu soru açıyor. Sonra ardından nedeni başı sonu belli olmayan sözcükler sıralanıyor ardı ardına, sanki kenarda repliğini bekleyen tiyatro sanatçısı gibi beliriveriyorlar parmaklarım arasından. Klavyenin başı benim kaybolmaya başladığım an oluveriyor.
Oturduğum anda ya o anlarda yolumu kaybediyor ya da biraz hareketten sonra geri dönülmez bir labirentin isimsiz sokaklarında kendimi yapayalnız buluyorum. Geri dönüşleri belli yolları arkamda bırakıyor, gelecekteki kavşağın ardındaki belirsizlikleri barındıran bilinmez cehennem derinliklerine gitmek için dümen kırıyorum. Sözcüklere çocukluğumdan ilk anne sözcüğünü telaffuzumdan bu yana tarifsiz güvenirim. Yolumdan rotamdan sapsam bile beni tekrar gitmem gereken yöne zorla sokacakları konusunda irade göstereceklerine inanırım. Bilinmez şehirlerin, bilinmez sokaklarında aradığım heyecan benzeri burada da kenarda köşede yazılacak fikir kırıntılarının çimlendiği tarlalardadır gözüm.
Nefes almadan havanın sisine pusuna bakmadan pusulasız gönül navigasyonumla, zaman zaman duvarlarına el sürerek yolculuğumu sürdürürüm. Bazen o anda olurken bazen de çocukluktan bu yana uzanan yarım yüzyıllık bir geçmişin içinden, bazen de her ne kadar acı verse de kendi içimden. Kendi içinizden geçmeyi deneyin derim dostlar, acıdır, acıtır, kanatır, kanırtır ama yaralarınızın kabukları dökülmeye başladığında sizden el değmemiş bir nilüfer doğar. Ağladığınız olur mu zaman zaman kendinize, sevdiklerinize, sevinçlerinize, başarılarınıza, başarısızlıklarına, kaçırdıklarınıza, sahip olduklarınıza ve böyle uzatıp gittiklerime, sizi bilmem ama ben çok ağlarım. Akıttığım gözyaşlarının ruhumu yıkadığını, yuduğunu, arındırdığını her seanstan sonra hissederim. İçimden bir sinemaya gitmek gelir. Taze acılara belki hatırlı sahneler eklenir heyecanıyla. Ah lafa daldım, labirent altımdan kayıyor benim uzayımdan başka uzaylara göçüyor, peşinden koşmalıyım geleceğimin, hızla uzaklaşan dünyanın.
Labirentin içi yol yol, köşe köşe, her biri yaşamdan bir kesit. Genişliyor, daralıyor, ferahlatıyor, boğuyor. Doğum ölüme yaşamsa yaratmaya gebe. Düş ormanımda günden geceye geceden güne sürüklenip gidiyorum.
Evet evet yazıyorum ama niye? Sormaktan dahi korkuyorum. İnançlarım mı var.? Dünyayı mı değiştireceğim.? Söyleyeceklerim mi var? Boşluklar mı var ki hayatta da bende tuğla tuğla sözcüklerle iç ve dış diye ayırmaya çalışıyorum uzayı.? Yoksa karanlığı aydınlık, aydınlığı karanlık mı göstermek amacım.? Varın siz karar verin ben her zaman ki gibi kesin kanıya varamadım.
Bu kırmızıya boyanmış yüzyıl marşlarıyla çınlayan dünyada, ev halkını başımdan kışkışlamış, ben ve klavyem, Cumhuriyetin birinci yüzyılının tadına varmak asıl niyetim. Dimdik sandalyemde, nefes almadan içimdeki kendi filmimin fragmanından aslına geçiyorum. “Dile kolay yüz yıl. Hiç hesapta yoksun. Trakya rüzgârları henüz ne biçim olduğunun farkında değil. Sessiz sakin depderin çukurlarda sıranı bekliyorsun. Sessiz sakin mutlu günışıkları fırtınalara boranlara kasırgalara dönüyor. İnsan sellerini dalga üstündeki kayık misali aşağı yukarı sağa sola sallandıra sallandıra taaaa Trakya’ya atıyor, bilinmez bir el. Trakya sarmalıyor büyüklerini hem anan tarafının hem baban tarafının. Beş yüzyıl geçse aynı sokaktan geçmeyecek iki insanı, annenle babanı hangi rüzgâr önüne katıyor da aynı çatıda buluşturuyor bilinmez. Sıranı bekliyorsun acelen yok, bu her gün acı üreten fabrikanın koridorlarına düşmeye. Ne var ki doğa fazla beklemez doğacak isen tomurcuklanır anne babanın dalları. Doğarsın ve görürsün dünyayı. Gözlerini açtığında beyaza boyanmış kireç duvar, soğuk ve sarıya dönmeye başlamış tavan seni gözlüyor, sen ona sessizliğinle ne anlatmak istiyorsan o an başlıyorsun anlatmaya. Sessizlik sesleri bastırır. Sana bakışları devşirir tavanın, donakalır, içindeki uçurumu yüzündeki aynandan apaçık görür. Ağlamanı kesersin iletişimimiz kesilmesin dercesine.”
Gördünüz mü birkaç dakikada altmış yıl geriye gidebildim. Biraz zorlasam tarihin daha ne yarıklarında bulacağım kendimi. Biraz korkmaya başladım ve burada noktalıyorum.
Herkese, ulusumuza ve tüm bağımsızlık mücadelesi veren uluslara nice yüzyıllar diliyorum.