“Dosyanın üzerindeki kâğıtta, kırmızı kaşeyle kocaman “ZAMAN AŞIMI” yazıyor. Zaman… Zaman hep yetersiz olan, yetmeyen, yetişilemeyen değil midir? Zaman, üzerimizden geçip giderken bizi de ezip geçen değil midir? Neden ona hep geç kalan biz oluyoruz? Bir kez olsun o gelse ya peşimizden, kovalasa ya bizi. Bizim onun ardına düşmüş çaresizliğimizden onda yok mu? Bizden çaldıkları arasında, ondan yok mu? Neden beklemez, neden acele eder? Zamanın da mı zamanı yok?..
Kar yağsa keşke. Her yeri kaplasa beyaz beyaz. Kar soğuğu bu belli, yağacak. Yağacak da neden geciktirir kendini? Tam da zamanı üstelik. Aralık… Geçişler için, varışlar için tam zamanı. Zaman da aralık…
Bir ses duyarsın. Geçmişten bir kapı aralık kalmıştır sanki. Çocukluğundan bir ses... Sanki zaman, hiç geçmemiş gibi hissedersin. Kocaman bir bedene sıkışmış, küçücük bir çocuk duyar o sesi. Sadece onun duyabileceği bir sestir çünkü bu. Tanıdık ama bir o kadar yabancıdır… Bilirsin yapılması gerekeni de yapabilir misin, onu bilemezsin. Çocukluğundan o ses, işte o ses sana o cesareti verir, o an. Bir güç duyarsın içinde, karşı konulamaz. Sıcacık yatağından çıkarsın, pijamalarınla koşarsın, atarsın kendini bembeyaz karların üstüne. Örttüğü şeyleri düşünmeden, altında ne var bilmeden. Yuvarlanırsın üzerinde, bir o yana bir bu yana. Islanmak, üşümek umurunda olmaz. O an düşündüğün hiçbir şey olmaz. Hissettiklerine sarılmışsındır. Daha doğrusu hislerin seni sarmıştır, sarmalamıştır. Sessizliğin ezgisinde dans eder gibisindir. Boşlukta uçar gibisindir. Kar, zamansız bir şeydir. Kaç yaşında olduğunun bir önemi olmaz. Yedi yaşındaki de çocuktur, yetmiş yaşındaki de o yağarken. Kokusuzdur her yer. Sessizdir... Renksizdir... Ve tektir.”
Ara vermeliyim diye düşündü ve bilgisayarın kapağını indirdi. Pencerenin önündeki masada yazarken, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordu. Masanın üzerindeki mum sönmüştü. Sobanın alevi azalmış, fincandaki kahve buz gibi olmuştu. Yine de bir yudum içti kahvesinden. Hava aydınlanıyordu. Bütün gece yağan kar, her yanı beyaza boyamıştı. Pencereyi açtı, havayı soludu. Gerçekten de kokusuzdu. Ne toprak kokusu vardı ne çimen ne de çiçek. Ve sessizdi her yer… Her şey tam da yazdığı gibiydi. Bir farkla... Hepsi oradaydı da içindeki çocuk neredeydi? Olsaydı eğer dışarı koşup, karların üzerine atlayası gelmez miydi?
Yorgun bedenini zorladı ayağa kalkmak için. Bütün gece sandalye tepesinde oturmanın verdiği katılık zorluyordu onu ama kalktı ayağa. Esnetti vücudunu. Kuzinenin üzerindeki çaydanlıktan sıcak su ilave etti fincanına, ılıttı kahvesini. Soğuk içilmiyordu bu meret. Çok sıcak olmasını da istemezdi ya, bu kıvam gayet iyi gelmişti. Kapıya yöneldi ama yazdıklarındaki gibi koşarak değil, yavaş yavaş. Kocaman bedenine sıkışmış kalan bir çocuk değildi onunkisi. Her yaşta geç kalmıştı kendine. Yetmiş yaşında bir bilge kadın vardı sanki içinde. Ona seslenen, onu durduran, hareket ettiren o ses, hiç çocuk olmamıştı sanki. Herkesin “içindeki çocuğa sahip çıkmalısın” dediği durumlarda o, sahip çıkacak bir çocuk bulamıyordu. Her arandığında, etrafına bakındığında, içine dönüp seslendiğinde ona cevap veren yaşlı, bilge bir kadın oluyordu. Her yaşta hem de…
Eskiden sızlanırdı bu durum için. Yaşı ilerledikçe alıştı varlığına. En iyi anlaştığı, hatta tek anlaştığı oydu. Diğer herkese, her şeye uyum sağlıyordu ancak uyum sağlamak ona acı veriyordu. “Yazdığım masal nerede, nereye kaydettim acaba onu” dedi sessizce. Kendisine başka biriyle konuşur gibi sorular sormaya alışıktı. Buraya geldiğinden beri de cevap alıyordu artık. Onu yadırgayacak birileri yoktu sonuçta etrafta. Rahat rahat konuşabilirdi kendi kendine… Masal… Evet, bu kış gününde çocukluğundan kalma bir masal olsa hiç fena olmazdı. Babaannesinin anlattıklarından bir tane mesela...