Bir ön söz niyetiyle
“Kıyısına vardığımda sessizliğindeki gürültüyle irkildim önce. Sonra huzur buldum ve kendime geldim. Biraz soğuk, biraz ıslak, biraz da dertliydi havası. Köpürmelerinden belliydi, derdinden kıvranıyor gibiydi. Bana anlatacakları vardı. Anlatsa rahatlayacaktı belli ki. Anlar mıydım bilmiyordum, o da bilmiyordu. Bildiği tek şey anlatmak istediğiydi. Sessizce anlatmak, bölünmeden, kısmadan, kısaltmadan anlatmakistiyordu. İçinde sakladığı her ne varsa, kıyılarına vurmak istiyordu. Onun asıl derdi, anlatacak birilerini bulamayışı olabilir miydi? Kesin öyleydi… Anlatamamaktı onun tek derdi. Anlaşılmak değildi beklediği, anlatabilmekti. Kıyısına her gelen içini döküyordu ona. ‘Sen de bir şeyler anlatmak ister misin?’ diyen hiç kimse olmamıştı bugüne kadar. Ta ki ben kıyısına varıncaya kadar. Yani bana kadar…”
İKİ ŞEHİR BİR KADIN
Onu ilk gördüğünde anlamıştı. Kumsalında, çıplak ayak izlerini ardında bırakarak huzuruna vardığında, orada öylece durup sustuğunda fark etmişti. O dinleyicinin geldiğini hissetmişti. Ne anlatacağını biliyordu, nasıl anlatacağını da. Aradığı şey, kime anlatacağıydı ki ona da kavuşmuştu artık.
Karşılaştıklarında başladı bu hikâye. O sustu, öbürü dinledi sessizliğinde kendisini. O kükredi, öbürü yine sustu. İçinde ne var ne yok yükledi köpüklü dalgalarına ve yolladı kıyılarına. Serdi ayaklarına. Anlatabilecek miydi bilmiyordu. Anlaşılır mıydı onu da bilmiyordu. Öteki de anlar mıydı bilmiyordu, devam ediyordu dinlemeleri. Ama bildiği bir şey vardı. Ona anlatırken daha önceleri derdini, onun anlamasını hiç beklememişti, sadece onu dinlesin istemişti. İşte sırf bu yüzden bile onu dinlemeliymiş gibi hissediyordu şimdi. İçini döksün, ne istiyorsa anlatsın istiyordu. Gün gelir de bir gün, ondan daha fazlasını isterse, o zaman düşünecekti ötesini. Ne gelirmiş elinden dinlemekten başka, bakarlardı birlikte bir çaresine. Pek sık iletişimde oldukları söylenemez ancak bir konuda çok iyi anlaştıkları aşikârdı. Anlatmak onun, anlayamamak benim derdimdi ve biz dertlerimizde buluştuk onunla diye düşünüyordu.
“Bir konuda birbirimizi çok iyi anlıyoruz artık... Anlaşılmak değil, anlatmak istiyoruz. Ve ben de onun bana anlatmalarını seviyorum... Anlasam daanlamasam da bir sürü hikâye birikiyor aramızda. Biz fark etmeden hem de. Her buluştuğumuzda ondan bir şeyler dahil oluyor benim hayatıma. Ve benden de ona...” diyordu yaşadıklarından bahsederken.
Ve devam ediyordu… “Biz birbirimize bir şeyleri anlatıyorken, kendimizi anlıyoruz aslında. Kendi dilimizde susarken bile anlaşabiliyoruz onunla. Anlasak da anlamasak da önemli değil. Önemli olan anlatabilmek, bir arada olabilmek… Ona yakılmış türküler eşlik ediyor bazen buluşmalarımıza. Bazen de sadece sessizlik ya da onun kıyıya olan sevdasının sesi. Kimi zaman da benim hayâllerim…
Ne hikâyeler birikiyor ne hikayeler bu buluşmalarımızda...Kumsalda yakılan ateş etrafında bazen, bazen de bir dağın başında ondan uzaklarda otururken anlatılası bir sürü hikâye… Karadeniz'den artan, bize kalan hikâyeler…
Pek sık bir arada olamıyoruz onunla. Onun gidemediği, benim onu götüremediğim yerler var. Ama her zaman ona ulaşabilme ihtimalim de var. Ve yaşananlar… Bütün hikâyede aslında her zaman o var. Çünkü iki ayrı şehirde de anlatılsa, kıyısında hep o var…“ demişti bir söyleşisinde. Şimdi söyleyecek bütün sözlerini biriktirmeye, biriktirdiklerini demlemeye, demlediklerini anlatmadan önce bekletmeye ihtiyacı vardı ve bütün bunlar için de ona…
Her şeyin başladığı o yere giderken her şeyin bittiği bu yerden hiçbir şey götürmeyecekti yanında. Sadece yazacaklarıyla çıktı yola…