Yanmak Nedir? Hep sıcak mıdır, ateşten midir? Soğuk da yakar insanı derler, bu doğru mudur? Elbet öyledir ya da değildir…
Onun yangını çok başka bir çeşit, başka bir yerdeydi. Ne geçmişinde ne geleceğinde. Tek düşündüğü şimdisiydi… “Şimdi ne olacak?” diye soruyordu hep. Şimdi diye başlıyordu sorusuna ama yine geleceği düşünerek bitiriyordu cümlesini. Bütün kelimelerini heybesine koymuş, öyle çıkmıştı yola. Bu sefer yanına almayacağı tek şey, soru işaretleriydi. Hiçbir şeyi merak etmeden yaşayacaktı artık. Sormayacaktı. Ne geçmişi ne geleceği ne de şimdiyi sorgulamayacaktı. Bu soru işretleri nedense takılmıştı peşine. Ne zaman tükeneceklerdi? Tüketebilecek miydi?
Arz talep meselesi… Hayatta her şey arz talep meselesidir demişti üniversitedeki hocası. Bir şeyi sunarlar ve senin istemeni sağlarlar. Ama bir de yokken istemek vardır ki talep edip arzını beklersin. Ya seni duyan olur ya da seni görmezden gelirler… İşte arz talebi karşılamadığında birileri, talep arzı karşılamadığında başka birileri mutsuz olur bu bekleyişte. Biri mutsuz olduğunda diğeri mutludur çoğu zaman. Nasıl oluyor bu, birileri mutsuzken nasıl mutlu olunabiliyor? İşte bir soru işareti daha… Bunları bir yere tıkmalı ya da bırakmalı tükensinler. “İyi fikir” dedi içinden. “Eve vardığımda bütün sorularımı yazayım, bütün soru işaretlerimi kullanayım. Hepsi tükensin. Diğerleriyle birlikte gitsinler. Sonra da noktasız, virgülsüz, ünlemsiz yaşamayı öğreneyim.”
Onu bu düşüncelerinden çıkartan acı bir fren oldu. Şoför, bir anda araçtan indi ve kapısını açık bıraktı. Önlerinde kara saplanmış bir başka araç duruyordu. İnsanlar da onu ittirmeye çalışıyordu. İçeriye bir anda dolan soğukla camdaki buhar yok oldu. Dışarısı bembeyazdı. Şehirden sadece on dakika uzaklaşmışlardı oysaki. Ve çok tırmanmamışlardı. Kalabalık bir anda dağılıverdi. Araç girdiği çukurdan çıkartılmış, herkes de kendi aracına binip yoluna devam etmişti. Şoför birileriyle konuşmaya devam ediyordu. “Hadi be kardeşim, donduk!” dedi titreyerek. Adam duymuşçasına bir bakış attı ona doğru ve hızlıca araca yöneldi. Sanki arabadaki müşterisini unutmuş da bir anda fark etmişti. “Kusura bakma abla, lafa tuttular” dedi ve kapıyı kapatıp çalıştırdı taksiyi. Kaloriferler de aynı anda çalışmaya başlayınca bir anda camlar yine buharla kaplandı. Ön camı bir bezle silerken bir yandan da aracı sürüyor ve konuşuyordu. Olanları anlatıyordu sanki. Sesi duyuluyordu ancak sözleri anlaşılmıyordu. Homurdanıyor gibiydi. Arz talep meselesi… Anlaşılmak istemiyor çünkü ne olduğunu sormamı bekliyor diye geçirdi aklından. Tabi ki sormayacaktı neler olduğunu. Hiçbir şey umurunda değildi çünkü. Tek umursadığı varmaktı…
Buz gibi bir hava. Daha ne kadar soğuyabilir ki? Daracık köy yolunda arabayla ilerlerken tekrar düşüncelere daldı. Karlı bir gündü. Babaannesi ineği ardına takmış, karları yara yara önde ilerlerken, küçük adımlarla ona eşlik ettiği o hafta sonu geldi aklına. Annesi “Sen kal evde, biz ineği köye çıkartıp döneceğiz akşama” demişti ama dinlememişti onu. Her zamanki gibi… Ben de geleceğim diye zırıldamıştı. Dün gibi hatırlıyordu. Mart ayına girmişler, köyde hazırlıklar başlamıştı. Kuru dallar hayata dönmüş, minik tomurcuklarla yeşermeye başlamıştı. Toprak, üzerine örtülü kara rağmen hareket ediyordu çünkü otlar yeşeriyordu. Doğa uyanıyordu. Artık babaannesi köye çıkmak istiyordu. Onlar ise okullar açık olduğu sürece yine şehirdeki evlerinde kalmak zorundalardı. Oğlanlarla kalmak istememişti o hafta sonu.
Sürekli kavgaya tutuşurlardı sebepli sebepsiz. Bütün gün dışarda koşturdukları yetmezmiş gibi akşam olduğunda evde tepinmeye devam ederlerdi. Gürültücü, yaygaracı haylazlar… Aralarında beş yaş vardı ve birbirleriyle asla anlaşamıyorlardı. Ancak, meselenin diğer tarafındaki o olduğunda, her nasıl oluyorsa ikisi birlik olup buna karşı aynı safta savaşıyorlardı. Hem düşman gibi didişip hem de dost gibi nasıl taraf olunabilirdi… Onların bu ittifakını o yaşlarda hiç anlamıyordu. Ama şimdi biliyor. Çıkarlar devreye girdiğinde insanoğlunun yapacaklarının sınırı yok…
Sert bir kasiste kurtuldu geçmişinden. Çıktı o günlerden. Şimdi hepsi geride kalmıştı. Artık kimse kimseyle didişmiyordu, çünkü görüşmüyorlardı. Görüşmemek sorunları çözüyor muydu? Annesinin kardeşi, bunu annesine söylediğinde ne kadar sinirlenmişti oysaki. Bir keresinde telefonda konuşurlarken “Ne iyiydi görüşmüyorduk, görüşmeye başladık sinirler yine alt üst oldu!” dediğinde annesi çok üzülmüş ve o anda yüzü kireç gibi olmuştu. İnsan kardeşine daha doğrusu ablasına böyle bir cümleyi nasıl kurar? Ya da neden?.. Sevgisizlikten… Ve bencillikten…
“İnsan denilen aygıtın hammaddesi bencillik. Hamuru kıvam tutsun diye de içine iki yüzlülük, çıkarcılık, zalimlik gibi kötülük toplumları ekilmiş yoğrulurken. Pişsin diye de dünyaya gönderilmiş. Mevlâna gibi olalım, “Hamdım, piştim, yandım!” diyelim diye bu dünyadayız bence. Dertlerimiz ile yanmaktayız. Daha doğrusu başkalarının hırslarıyla ateşe verdiği dünyada, insan olmaya çabalamaktayız. Bu yangının içerisinde de sesini çıkarmayana, “altından nehirler akan cennet” vaat edilirken, kötülük edenler de cehennem ile korkutulmakta. Adam dünyayı cehenneme çevirmiş, ateşi közlüyor; biz ona “Yapma, cehennemde yanarsın!” diyoruz. O ne düşünüyor? Eğer cehennem diye bir yer varsa, ikinci bir yaşam, öteki dünya varsa “Öldüğümde işim hazır, cehenneme zebani olurum” diyor. Bizler de Mevlâna misali kor ateşlere dayanınca insan olunacağını sanıp duralım. Rumi, bunu niçin söylemiş diye hiç düşünmeyelim. Nefsin arzularından, isteklerinden ve kendisiyle hesaplaşmaya yanaşmayan kişinin olgunlaşamayacağını anlatmaya çalıştığını, hiç anlamayalım. Her şeyin aslında bir “Hiç” olduğunu görmeyelim…” diye yazmıştı gazetedeki köşesinde ve yine anlaşılmamıştı. Her seferinde anlaşılmadığı gibi. Anlamayan o insanlarla birlikte yaşamayacaktı artık…
“Burası mı abla?..”
Gözlerine inanamadı. Şoförün önünde durduğu harabe evin bir zamanlar bu köyün en bakımlı evi olduğuna şimdi kim görse inanmazdı. “Evet, burası” bile diyemedi adama. Sesi içine kaçmıştı. Alışveriş yaptığı poşetleri eline aldı ve kapıyı açtığında, adam da kontağı kapatmadan indi araçtan. Bagajdan bavulu çıkardı ve kendisine uzatılan bütün paraya bakarak, “Bozuk yok muydu abla?” dedi. “Yok bozuk. Buradaki tek bozuk benim” dedi. Sonra adamın şaşkın bakışları karşısında insanlarla gereksiz yüz göz olmama kararını hatırlayarak “Üstü sende kalsın. Taksi çağırdığımda yine sen gelirsin, hesaplaşırız” diyerek uğurladı adamı.
O sabah inekle köye geldiklerinde de böylesine terk edilmiş görünüyordu bu ev. Sonra babaannesi ineği ahıra bağlamış ve hemen ahırın yanındaki odunluktan aldığı kuru dallarla sobayı yakmıştı. Kuzinenin fırınına patates ve dilimlenmiş bal kabağı koymuşlardı. Evi silip süpürmüşler, çarşıdan getirdiklerini dolaplara yerleştirinceye dek evi hatırladığı hale sokuvermişlerdi elbirliğiyle. Şimdi aynısını tek başına yapabilecek miydi? Bugüne kadar hiç ateş yakmamıştı. Hep başkalarının yaktığı ateşte yanmış, o genelde su taşıyan olmuştu. Şimdi hayatında ilk defa, öteki tarafta olmak istiyordu. En azından şimdilik, bu sobanın ateşini yakabilmeyi diliyordu…