26 Oct
26Oct

Saatin tik takları canına tak demişti. Zaten uyuyamıyordu. Bu da bahanesi olmuştu. Neden korkuyordu ki? Gidip başvuracaktı. O iş olmadı diye hayal kırıklığı yaşamaya gerek yoktu. Denemenin ne zararı var? Önünde sonunda bir kapı açılacaktı. Azimli sıçan dağları deler demişler. Sonunda o da kendi dağlarını delecekti. Yine beyninin içindeki mızıkçı konuşuyordu. “Sakın olum, sakın rezil olursun. Hiç gideyim deme. Zaten sana salak diyorlar, şimdi sap salak olursun. Hiç gideyim deme diyordu. beynindeki akıllı oğlan… Yav dene dene zaten fasfakirsin ne olacak sanki fas fas, bir daha fakir olursun.” diyordu.


Bir yandan aklından geçenler, bir yandan saat canına iyece tak tak demişti. Kendini dışarı atmak belki de dikkatini dağıtacaktı. Gidip gitmeye daha sonra karar verebilirdi.

Dışarı çıktı. Uzun zamandır uğramadığı bir semte gitti. Üç yıl kadar olmuştu. Kimi olumlu, kimi olumsuz değişikler olmuştu. Yol üzerindeki bazı ağaçları kesmişlerdi. Büyük bir ıhlamur ağacı vardı. Baharda yanından geçtiğinde bir parfüm şişesine üstüne boşaltan bir kadın gibi kokardı. Şimdi yerine bir kafeteryanın sandalye ve masalarını koymuşlardı. Otantik bir görüntü vermek için de yapay şelale ve yapay çamlar koymuşlardı.

Kokusu yoktu ama görüntüsü muhteşemdi. Orijinallerini yok edip, yapaylara orijinal görüntüleri vermeye çalışıyoruz. Ne yaman çelişki… Nereye gidiyoruz? Ne yapmaya çalışıyoruz? “Teknoloji hızlandıkça, hızımız artıyor ve hızlanarak yok oluyoruz” demişti H. Cevizoğlu. Teknolojinin bu yönü var tabi. Her şeyimiz fastfood oldu. Koştur koştur yaşıyoruz. Koşarak bir arkadaşımızla yemeğe çıkıyoruz.  Gözümüz telefonda, koşarak arabaya biniyoruz. Koşarak evimize gidiyoruz. Koşarcasına sevişiyoruz. Sadece uyurken koşturmaya ara veriyoruz. Tabi uyuyabilirsek. Bu koşturmanın sağlık için bir faydası yok. Bilakis stresten hasta oluyoruz. Peki bu koşturma ne zaman biter? Ancak kabirde biter. Büyükşehirde yaşamanın olumsuz hali. Modern yaşamın olumsuzluğu bu. Kasabada ya da köyde yaşarken zaman o kadar bol ki, ama biz acı çekmekten mi hoşlanıyoruz bilemem. Rahat yaşamayı hep emeklilikten sonra düşünüyoruz, sözleşmemiz varmış gibi. Emekli olsan ne olacak sanki… Aldığın maaşla ancak zar zor geçimini sağlayabilirsin. Torununa bir harçlık bile veremezsin. O zamana kadar yaşayacağın da garanti değil. Ama umudumuz Kaf dağının ardında. Bizi mutlu eden de umutlarımız. Orada yaşamak daha iyi galiba. Biz ya geçmişte ya da gelecekte yaşıyoruz. Anı yaşayamıyoruz. Hayatı es geçiyoruz. Şu anı yaşamak için kendimizi bir türlü rahat bırakamıyoruz. Bir rahat bıraksak kendimizi, o zaman şu anı yaşayacağız ama nerde…

Şimdi restore edilmiş bir konağın önünde içeri bakıyorum. Hiç de fena olmamış. Kendimi orada yaşayan biri olarak hayal ediyorum. Konakta yaşayınca çok mu mutlu olur insan? Bir elin yağda, bir elin balda… Gittiğin yerde kırmızı halılar önüne serilmiş. Her şeyin var olduğu bir dünya ne kadar da sıkıcı bir şey. İyi mi? Bu göreceli bir durum ama, benim tercihim olamaz. Yaşamın devamı için biraz stres olmalı, umut olmalı, beklenti olmalı, ulaşmaya çalışacağın bir şeyler olmalı, yoksa bir bitkiden farkımız olmaz. Ye, iç, yat ya da sadece karnını doyurmak için çalış… Bu benim tercihim asla olamaz. Neredeyse iyi ki fakirim ve işsizim diye kendimi şanslı göreceğim. Kız arkadaşımla internet üzerinden görüşüyoruz. Onu da arkadaşımın sınırsız internetiyle yapıyorum çaresiz. Yolun ortasında mal gibi konağa bakarken, kenardan geçen genç bir kız: “Pardon” dedi. O zaman kenara geçmeyi akıl ettim. Bu kez dikkatimi saçlarının ucunu maviye boyamış, kot pantolonlu, ince belli, sırt çantalı kıza verdim. Öğrenci mi acaba? Yüzünü göremedim. Ama meraktan ölüyordum. Hangi bahaneyle ona yetişeyim bilemedim. Adımlarımı hızlandırdım. Kız kuaförden içeriye girmez mi? “Tüh” dedim kendi kendime. Acaba çıkışını mı beklesem? Gideceğim yere daha üç saatim var. Arkamı döndüğümde spor loto dükkânını gördüm. Aklıma ‘Fener-Galatasaray’ maçı geldi. Bu akşamki maç ne olacak diye düşünürken, aklıma oda arkadaşımla her maçta yaptığımız tartışmalarımız geldi. Onu kızdırmaktan büyük bir zevk alıyordum. Lotocunun önü ana baba günüydü.

Ben de eskiden çok loto oynardım. İnsan hayaller kuruyor, kısacak bir zaman içinde mutlu oluyor. Sonra hayal kırıklığı. Bunu tekrar tekrar deneyimlediğim halde bir kısır döngü yaşıyordum. Oynamaya başladığımda, bağımlı olacağım aklıma bile gelmemişti. Hatta öyle ki, param olmadığında oda arkadaşımdan markete gitmek için aldığım paraları bile lotoya yatırıyordum. O da beni lotocuda yakalayıp rezil edene kadar yalan söylemeye devam etmiştim. İyi ki de beni rezil etti. Utancım bu bağımlılıktan kurtardı beni. Şimdi burayı ümit kapısı yapanlara acıyor ve onların da kurtulması için dua ediyordum. Saatime baktım, bir saatim kalmıştı. Minibüsle yarım saatte gidebilirdim. Aheste aheste yürüdüm durağa doğru. Bu saatte fazla kalabalık değildi minibüs. Seçme şansım çoktu ama ben şoförün yanındaki koltuğa doğru kendimi hızlıca attım. Minibüs ağırdan gidiyordu. Müşteri toplamaya ve arabasını doldurmaya çalışıyordu. Benim de işime geliyordu. Ola ki geç gider de işe kabul edilmezdim. Ama nerde… Her zaman yarım saatte gittiği yolu, yirmi dakikada gitmişti.

“RENGARENK AJANS” yazıyordu kapıda. Zurnanın zırt dediği yerdeydi. İsteksizce kapıyı iteledi. İki merdiven çıktı. Kapıyı açtığında girişte duran sakız çiğneyen sıska sekretere: “Ben şu iş ilanı için gelmiştim” dediğinde, ismini sordu. Sonra elindeki kahvesi bitmiş fincanı tabağına ters çevirip, iki kez kendine doğru döndürerek masaya bıraktı. Ayağa kalkıp arka taraftaki kapısı kapalı odaya doğru giderek kapıyı tıkladı. Sonra uzun ve çarpık bacağı ile iki adımda yanına geldi. “Tamam patron seni bekliyor” diyerek sakızından farkında olmadan balon yaptı. İçerden çıktığında sevinsin mi üzülsün mü bilemedi. İyi tarafı, bir haftalık anlaşması karşılığında az da olsa harçlığı çıkacaktı. Merdivenden inerken sekreter kız elindeki bir poşetle ona yetişti. “Her şey bunun içinde, yarın tam dokuzda verdiğim o adrese gideceksiniz” dedi. Pekiştirmek için de: “Saat dokuz unutma” diyerek yüksek sesle tekrar etti. O elindeki poşeti alıp, hızla merdivenleri indi. Dış kapıyı sanki yangından kaçarcasına itti. Dışardan aldığı oksijenle kendine gelmişti. Kendini iyi hissetti. Arkadaşı ona çok gülecekti ama, geri dönüşü yoktu artık.

Sabah mağazanın önüne geldiğinde her taraf renkli balonlarla süslüydü. İçeriye girdi. Kostümünü giydi. Yüzünü boyadı ve dışarıya paytak paytak çıktı. Müzik eşliğinde dans ediyordu. Bir adam küçük çocuğu ile yanlarından geçiyordu. Çocuk onu göstererek babasına “Baba, baksana ne komik” deyince babası “He he maskara” dedi. Bu söz öylesine zoruna gitmişti ki, hemen çocuğu durdurup: “Ben palyaçoyum, maskara değil. Okul harçlığımı çıkarıyorum” dedi. Adam da: “Ne okuyun?” diye sorduğunda, “Tıp…” dedi. Adam hem oğlunun kolunu çekiştiriyor hem de kahkahayla gülerek “ Bir, ki, üç tıp” diyerek geçti onun yanından. Dans etmeye devam ederken arkasını döndüğünde yine beş altı yaşlarında bir kız, “Aaaa bak anne, ne güzel balonlar. Bu kırmızı burunlu kim anne?” diye sorduğunda annesi; “O bir palyaço, komik hareketlerle insanları güldürürler. Biz de onları mükafatlandırmak için alkışlarız” dediğinde, küçük kız alkışlayıp “Teşekkürler Palyaço Amca” diyerek hoplaya zıplaya uzaklaştı. Çocuklar ne kadar saf, ne kadar temizdi. İyiye veya kötüye yönelmeleri yetişkinlerin hatasıydı. Mutlaka çocuk doktoru olmalıydı. 

Doktor olduğunda bir gün, hastaneye palyaço kılığında gittiğini hayal etti. Bir filimde görmüştü. Kanser hastası çocukları mutlu etmek için palyaço kılığına girmişti doktor. Neden olmasındı ki? O Amerikan versiyonuydu. Ben de Türk versiyonu olurum dedi kendi kendine gülerek.


Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.