13 Dec
13Dec

Masallarla büyümedim ben. Bana masal anlatacak olan üç kişi vardı benim hayatımda. Annem, babam ve babaannem.

Babam bizimle değildi çoğu zaman, hep uzaktaydı, dışarıda. Bütün zamanını ev dışında geçiriyor, hayallerini bile dışa doğru kuruyordu. Hepimizi ardında bırakacak şekilde hatta. Köy, şehir, ülke dışında olmak gibi hayaller… Dolayısıyla ben büyürken iki kadın vardı benim hayatımda ve çok meşgullerdi. Çünkü babamın yapması gereken işleri de onlar yapardı. Çünkü evimizin hem erkeği hem kadını olmak zorunda bırakılmışlardı. Ben de doğal olarak bunu öğrenerek büyüdüm. Kendime yarattığım dünyada hem erkek hem kadın oldum. Bu kötü bir şey değildi, insan olabilmekle ilgiliydi ama ne yalan söyleyeyim çok yıprandım. İçimdeki kadını yok etmek pahasına bir yaşam sürdüm. Ta ki o kadın tükenene kadar. Yok saydığınız her şey ya da herkes, harcadıklarınız gün gelir tükenirler ya, işte ben de öylece tükendim. Sonra bir gün, aynada, kel kafalı birini gördüm. Hani herkesin rüyasında ak sakallı dede görmesi gibi bir şeydi bu. “Kim ki bu?” dedim. Tanımıyordum. Bir süre bakıştık. İnceledik birbirimizi. Sonra göz göze geldik. İşte o zaman hatırladım. O hiç değişmeyen kapkara gözleriyle bana bakan sevecenliği, asla unutamazdım. O kadın bendim. Onca yıl hırpaladığım bu bedene sıkışmış ruhumun koruduğu o kız çocuğu hâlâ oradaydım. Orada, içerde bir yerlerden bana gülümsüyordum. Ona kayıtsız kalamadım. Kalamazdım… Tuttuğum gibi elimden, çekip çıkardım karanlığımdan bizi. O beni hiç terk etmeyen çocuğun artık büyüme vakti gelmişti. O gün büyüdüm ben. Şimdi yeniden var ediyorum kendimi. Bir masalmışım gibi anlatıyorum şimdi yaptıklarımı. Yapacaklarımı efsaneleştirmek için yaşıyorum.

Yaradılış mitlerindeki gibi uçsuz bucaksız bir suyun üzerinde uçuyordum bir zamanlar. Ve çok yorulmuştum. İçimdeki bir ses ‘dur ve dinlen’ dedi bana. Nerede dinlenebilirdim? Düşündüm ve konacak bir kara parçası buldum. Kondum… Islanmıştım. Nefeslendim önce, rüzgarlar estirdim kurumak için. Sonra silkelendim, üzerimdeki suları toprağına akıttım. Kalktım ayağa ve etrafıma bakındım. Bir o yana bir bu yana koştururken dans eder gibi, suyla toprağı kattım birbirine karıştırdım. Estirdiğim rüzgarla kuruttum balçığımı. Vücut bulmaya başlamıştım, yeniden gördüm kendimi. Sevindim... Sevdim… Öyle sevdim ki varoluşumu, kalbimin sıcaklığında piştim, sertleştim, güçlendim. Bir nefes, bir nefs ve bir kafes yeniden bir araya geldik böylece. Şimdi yeniden var etme gayretine düşmeliydik beraberce. Birbirimize mukayyet olmalıydık, olduk. Oluyoruz da…

Herkesin dinlediği bir masal vardır bu hayatta. Bir de anlattığı… Söyledim ya çok masal dinlemedim çocukken. Daha çok büyüdüğümde anlatılan masallara inandım bu yüzden. Ne yazık ki büyüklere masallar mutlu sonla bitmiyor. O zaman da insan, kendisi masal anlatmaya yöneliyor ve ikinci bir hataya düşebiliyor. Ya başkalarını kandırmaya başlıyor ya da kendini kandırmaya devam ediyor. Her ikisi de hüsran… Neden mi? Çünkü yanlış biliyoruz. Masallar gerçek değildir diyoruz ve kandırıldık sanıyoruz. Oysa gerçek olmayan bu dünya. Onun için adı yalan dünya. Masallar asıl gerçek olan… Dinlemesini bilen, ipuçlarını görür. Yoksa insan gerçekliğin dışında durup gerçeği nasıl görür?

Kalemini defterin arasına bırakıp kalktı oturduğu kayanın üzerinden. Dere boyunca yürüdü, hiçbir şey düşünmeden. Avluya vardığında evden taşan mis gibi kokular karşıladı onu. Yürüyüşe çakmadan hemen öncesinde çayı demlemiş ve kuzinenin üzerine bırakmıştı çaydanlığı. Fırına da bahçeden topladığı mandalinaların suyunu sıkarak denediği yeni tarifini sürmüştü. Belli ki tereyağı ve mandalinanın unla mukavemeti bu muhteşem kokunun sebebiydi. Umarım tadı da kokusunun davetkârlığı gibi sınırsızdır diye düşündü ve önce botlarından, sonra da paltosundan kurtuldu. Zamanı gelmişti. Bu saatlerde atıştırmayı çok seviyordu. İngilizler gibi beş çayı seremonisi yapacak değildi ama pencerenin önüne çektiği tahta masanın üzerindeki kağıtların, kurabiye kırıntılarıyla buluştuğu bu saatler ona çocukluğunu hatırlatacaktı. Zamanda yolculuk İçin son on dakika… Babaannesinin taş gibi sert, şekersiz kurabiyelerini hiç unutmamıştı. “Mandalinanın şekeri yeter” dedi ilk ısırığında. Ama yağı biraz fazla kaçmış. O yüzden yumuşak… 

Babaannesinin, “Bu kadar tereyağı kullansaydım, benimkiler de böyle kıtır kıtır olurdu.” dediğini duyar gibi oldu ve gülümsedi. “Bu ev, bu kuzine, bu kurabiye sensin babaanne. Sen olmasaydın hiçbiri olmazdı, ben bile…” Düşüncelerine bir süre daha izin verdi. Pencereden dışarı baktı. Sonbahar yapraklarının uçuşunu izlerken tam da istediği yere gömülen babaannesinin ruhunu kucakladı sevgiyle. Çayından bir yudum aldı ve yürüyüşte yazdığı masalı bilgisayarına geçirmek için defterini aradı. Neredeydi defter?

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.