İlkbaharda sanki doğa yeniden yaratılır. Ağaçlar rengarenk çiçek açar. Kuşlar cıvıldar. Topraktaki börtü böcek hareketlenir. Doğanın bir parçası olan insanlarda adeta yeniden doğarlar. Yeni başlangıçlara dair umutları, heyecanları, bekleyişleri vardır.
Necati de onca yıl sonra, yeni umutlar taşıyordu otobüs beklerken. Tekirdağ'a giden şehirlerarası otobüsler Silivri den geçiyordu. O düşüncelerine dalmışken bir otobüs zınk diye ayağının dibinde durdu. Muavinin “ Nerye gidiyon abi?” sözü ile kendine geldi. “Tekirdağ`a“, "Atla abem, ver bakem valizini.” dedi muavin hızlıca. Otobüsün ön koltukları doluydu. En arkanın bir önünde yaşlı bir amcanın yanına oturdu. Derin bir oh çekti. Yaşlı adam döndü baktı. Bir şey diyecekken vazgeçti. Necati önündeki koltuktan tutunup gözlerini kapatmıştı. Tam yedi yıl olmuştu. Dile kolay tam yedi yıl. Ailesinden, arkadaşlarından, sevdiklerinden kısacası herkesten uzaktı. En önemlisi de özgürlüğünden.
“Abi çay mı, kahve mi?” tam koltuğun dibindeydi muavin. “Çay.” dedi. Çay ne kıymetliydi, bir de sigara… Gardiyanlar, anasının nikahını istiyordu nerdeyse.
Çay içerken yanındaki amca ona döndü. “Tekirdağ`yına mı gidiyon evlat? “, “Evet.”, “Oralı mısın?”. Necati başını salladı. “Angi köyü.” “Sarımısır köyü.” yaşlı amca gülümsedi. Ön dişleri yoktu. ”Kimin oğlusun beya?” “ Hüsmen’nin.” dedi bıkkınlıkla. Meraklı amcada sorular bitmiyordu. ”Sen yoksam mapus damındaki kızan mısın” Necati sadece başını salladı.” Geçmiş olsun.” dedi. Necati’nin sıkıldığını anladı. Önüne döndü.
Dün akşam Sarımısır köyüne ince ince yağmur yağmış, toprak kokusu ile gübre kokusu birbirine karışmıştı. Bu sabah, Hayriye yine erkenden kalkmış iki katlı taş evin alt katındaki kilere inmişti. Geçen yaz yaptığı tarhana çuvalından bir kase aldı. Bir kapta iyice ezerken, bir taraftan tencereyi ocağa koymuş suyun kaynamasını bekliyordu. Oğlu ne çok severdi tarhanayı. Gözlerini yakan bir damla göz yaşı farkında olmadan elindeki kâsenin içine düştü. Babası oğlunun avukat olmasını istemiş ama o gazeteciliği seçmişti. Köy okulunda ilk okulu okumuştu. Öğretmeni Rıfkı “ Hüsmen Aga, bu oğlanı sonuna kadar okutun derim. Kafası zehir gibi. Bazen öyle sorular soruyor ki apışıp kalıyom. Allah seni inandırsın.” Bu övgü karşısında Hüsmen göğsünü şişirip omuzlarını kaldırıp “ Öyledir benim kızan, evi gürsen sanki mektep, er tarafta kitap gazete dolu. Ayriye kızıp duruyor dağınık diye. ”“Hüsmen Aga çocuğa dokunmayın, okusun varsın.” demişti.
Köyde okul olmadığında Necati, orta okulu, liseyi Tekirdağ merkezde yaşayan Recep amcasının yanında okumuştu. Amcasının çocuğu olmamış, onu öz evladı gibi sevmişti. Yengesi de sever görünür ama içten değildi. Çocukları olmadığında mirasını bu oğlana bırakacak diye ödü kopuyordu. Hüsmen, dededen kalma yirmi hektar ay çiçeği tarlasını ekip biçtiriyor ve Necati’nin okul masraflarını, harçlığını gönderiyordu. Necati'den iki yaş küçük bir de kızları vardı. Fatma küçükken, cılız mız mız bir kızdı. Ama o da çalışkandı ağabeyi gibi. Yıllar sonra babasının istediği mesleği seçmiş avukat olmuş ve ağabeyinin avukatlığını da o yapmıştı. Küçükken çelimsiz olan bu kız, şimdi ceza davalarının aranan avukatı olmuştu. Fatma kendi gibi avukat olan Şinasi ile evlenip İstanbul’a yerleşmişti. Hayriye bir köroğlu bir ayvaz kalmıştı bu taş evde. Öyle yaşlı biri değildi ama oğlunun başına gelenlerden sonra sanki en az on yaş yaşlanmıştı.
Hüsmen yeni uyanmış ve pencereyi açmıştı. Pencereden baktığında minibüs yolundan ev yönüne gelen valizli birinin silüetini gördü. Uzun boylu biri olduğunu görüyordu ama yüzü tam seçilmiyordu. Hüsmen’in beklediği biri de yoktu. Daha dikkatli baktığında, tanıdık biri olduğunu hissetti. Karartı yaklaştı yaklaştı gözlerine inanamıyordu. Allah'ım bu Necati. Geçen hafta görüş gününde hiç bahsetmemişti. Önce olduğu yerde kıpırdamadan durdu. Sonra sevinç içinde merdivenden aşağıya koşarak inerken “Necati, Necati!” diyordu. Hayriye sesi duyunca irkildi. İçini bir korku kapladı. “Ne diyon Üsmen, ne olmuş kızanıma?”, “Ayriye kapıya çık Necati geliyo.” “Ne dersin be adam, rüyamı görürsün, yoksam aklınımı kaçırdın? Necati'm içerde degil mi?” Bunları hem söyleyip hem de kapıya yönelirken Hüsmen de yanına ulaşmıştı. Kapının önünde yol görünmüyordu. Yolu görebilmek için kapının solundaki duvardan yine sola dönmeleri gerekiyordu. Birlikte yürüdüler. Necati de yaklaşık yirmi metre mesafedeydi. Ona doğru koştular. Necati de hızlandı. Annesi daha hızlı koşmuş, onun boynuna adeta asılmıştı. “Yavrum, kızanım rüyada mıyım, yoksam gerçek mi?” “Anam güzel anacağım gerçek, hepsi gerçek.” Annesinden boşta kalan kolunu da babasına doladı. Birlikte eve geldiler. Annesi, senin çok sevdiğin çorbayı yaptım. Emencecik bir kase dolduram da sıcak sıcak içesin, dedi. Babası oğlunun karşısına geçti. O da çorbasını içerken” Oğlum, neden aber vermedin?” Necati ellerini iki yana açarak “Vallahi tahliye olacağımı Fatma bana bile söylemedi. Hepimize sürpriz oldu. Geçti bitti işte. Neyse siz nasılsınız, ben yokken neler yaptınız?” “Recep astalandı beya, onun yanında kaldım epey bir vakit. Çok şükür atlattı. Sen mapus damlarında üzülmeyesin diye sana söylenmesini iç istemedi.” Annesi onların sohbetini dinlerken, bir yandan da oğlundan gözlerini ayıramıyordu. İnanamıyor gibi bakıyordu.
Bunca yıl bir kuş gibi o kafesin içine niye tıkmışlardı? Katil miydi?, hırsız mıydı? Kime ne kötülük yapmıştı. Yaptığı, halkın haber alma özgürlüğünü sağlamak ve doğruları kimseyi kayırmadan ortaya çıkarmak, yayımlamaktı. Hapse girmesine sebep olan olay da halka açık yapılması gereken metro ihalesinde, dönemin belediye başkanının yandaşlarını kayırdığını ve yolsuzluk haberini gazetesinde manşet olarak vermiş olmasıydı. Diğer bir dava da çocuk koğuşlarında tacize uğrayan çocukların haberini yapmış olmasıydı. Mesleğinin amacını ve risklerini bilerek seçmiş olduğundan, ölümü bile göze almış” Gazetecilik benim onurum ve namusumdur. Beni yolumdan kimse döndüremez.” demişti. Pir Sultan Abdal’ın da dediği gibi “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan." düsturuyla hareket etmişti. Necati’nin yazarı olduğu gazete, cesurca yaptığı haberler sebebiyle tirajı çok yüksek bir gazeteydi. Gazete sahibi bu başarısından dolayı ona her türlü çalışma imkanı vererek, gazetede tutmaya çalışıyordu. Ancak cesurca yapılan bu haberler sebebiyle sürekli tehdit alıyorlardı. Sonunda olan oldu hem Necati, hem de gazete sahibi gözaltına alındılar. Yaklaşık üç günlük ifadenin ardından, gazete sahibi serbest kaldı. Necati tutuklandı. Dava bir yıl kadar devam etti. Haklı olduğu halde, ne yazık ki güçlüler kazandı. Hakaret, iftira, yalan haber gibi bir takım suçlarla itham edildiğinden sekiz yıl on beş gün mahkumiyet almıştı. Avukat Fatma’nın çabaları ve kamuoyu oluşturarak yaptığı çalışmalar sayesinde bir yıl erken tahliye olmuştu.
Annesi, oğlunun odasını hazırlamış yatağını açmıştı. Babasıyla sohbet ediyordu Necati. “ Üsmen yeter be oglanı sorguya mı çekiyon, yarın devam edersiniz. Kızanım aççık dinlensin uyusun” Necati esniyordu, öyle uykusu gelmişti ki “Önce yıkanayım be ana.”, “Az bekle kazanı yakayım o zaman.” Babası gülümsedi oğluna, sohbete kaldıkları yerden devam ettiler.” Oğlum boş ver gazeteciliği mazeteciliği, dünyayı sen mi kurtaracan, gençliğin mapusta geçti beya.” Oğlundan hiç cevap gelmeyince “Bak hele Fatoşum'a hepimizden nasıl da sakladı. Onu gördün mü iç.” Cezaevinden çıkışımı sağladıktan sonra bir davası vardı İstanbul’a döndü. “Babası derin bir iç geçirdi. Ellerini havaya kaldırdı. “Ey büyük Allahım, sana şükürler olsun.” dedi.
Kilerin yan tarafındaki eski tip kazanı olan banyoda, Necati üzerine bol bol su döküyor, sanki yılların kirinden pasından kurtuluyordu. İlk günler çok zordu. Koğuşunda kendi gibi yedi mahkum daha vardı. Biri meslektaşıydı. Onunla çok sohbetleri olmuştu. Buradaki yaşamını bir süre sonra düzenlemişti. Sabah spor yapıyor, sonra kitap okuyordu. Bir de görüş gününde annesinin ona hediye ettiği Sardunya yaşam enerjisi veriyordu. Her sabah kalktığında bakıyordu yeni küçük dallar vermiş, onun yaşamı da sanki küçücük bir saksıda sürüyordu. Aslında bizler dışardayken özgür müyüz? Bir çoğumuz kendi kafesimizde yaşamıyor muyuz? “Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor.” diyor Franz Kafka. Daima yaşadığın toplumun ya da ailenin istekleri doğrultusunda hareket ettiğinde, kendi doğrularını ve isteklerini baskıladığında, toplumun dayattığı düşünce yapısının dışına çıkmadan, kendi kefesinde, hapishanende yaşama devam edersin. Kendini özgür sanarak…
Onurumuzu koruyarak kafesimizden, odamızdan mahallemizden çıkmamız gerekir. Aksi halde bir mahkûm gibi ömrümüzü tamamlarız. Ne kendimize bir şey katarız, ne de başkalarına. Bir bitki, bir hayvan gibi amaçsız yaşarız. Onurlu insanlar, çıkarları için başkalarına dalkavukluk etmez, sindirilmez, korkutulamazlar. Gerektiğinde de bedelini öder. Tıpkı benim gibi diye düşündü Necati.
Horozun sesini duyduğunda, rüyada olduğunu sandı. Gözlerini açtı. Zihni şimdi berraklaşmıştı ve evdeydi. Evet evdeydi. Yeni bir yaşam onu bekliyordu. Camdan dışarıya çiçek açan ağaçların üzerinde uçuşan kuşlara baktı. Acaba dilleri olsa, kendi zevkimiz için onları kafese koyduğumuzda ne söylerlerdi. Bize kızarlar mıydı? Yoksa doğadaki tehlikelerden koruduğumuz için bize minnattar mı kalırlarda bilinmez…
Düşüncelerinden kurtulup gelecek hafta için plan yaptı. Kitaplarını bastırmak için birkaç yayıncı arkadaşla görüşecekti. Hapisteyken yazdığı üç kitabı yayımlama imkânı bulduğunda acaba dışarıdaki ömrü ne kadar sürerdi. Allah bilir.