Sert bir rüzgarla havalandı etekleri. Bunun olacağı belliydi. Yine de olmamış gibi yürümeye devam etti. Onu takip eden gözleri görmese de hissedebiliyordu. Tespit, plan ve uygulama onun en iyi yaptığı şeydi. Olacakları henüz yaşanmadan, olmuş gibi değerlendirme yeteneği onun gizli gücüydü. O gizli bakışları, asla ve asla gözden kaçırmazdı…
En sakin zamanlarıydı köyün. Tatilciler şehirlerine dönmüş, köylüler şehre inmişti. Koca köyde birkaç bacanın dumanı tütüyordu. O da kendisi gibilerin yalnızlık inadındandı muhtemelen. Biri gazeteci, biri maliyeci, biri de ressam. Bir de öğretmen emeklisi bir çift vardı ancak onlar gündüzleri gelir, akşam olunca kasabadaki evlerine dönerlerdi. Hiçbiriyle karşılaşmayı dilemiyordu. Tek kelime edesi yoktu hiçbiriyle…
Yazmaya ara vermiş bir kahve içmişti. Şimdi de dışarı çıkmak için hazırlanıyordu. Öğleden sonra güneşi pek yakıcı olmazdı buralarda, hazır yapraklar da çıtırdatmalık olmuşken biraz yürümeliydi. En sevdiği renkler, en sevdiği kokulara en sevdiği sesler eşlik edecekti. Yine de kulaklığını geçirdi kafasına ve “The Best of Beethoven” albümünü çalma listesine ekleyip bastı “Play” tuşuna. Doğadaki senfoniyi de dinleyebileceği bir tonda ayarladı müziğin sesini ve botlarını ayağına geçirdi. Üzerinde yeleği vardı ama yetmeyebilirdi, bir de şal aldı yanına.
Gerekirse dolayacaktı boynuna. Sıcaklarsa da çıkartıp boynundan babaannesinin yaptığı gibi beline bağlayabilirdi. Beton yolda ilerledi bir süre. Sonra dereye doğru inen bir patikayı fark etti ve saptı. Suyun sesine ulaştığında bir süre oturdu dere kıyısında. Taş topladı. Bir kısmını cebine koydu, bir kısmını akan suya fırlattı. O minicik çakıl taşları çabucak dibi boyluyordu. Hiç yüksünmeden yerleşiveriyorlardı dere yatağına. Hiçbirinin suyun üstünde kalma çabası yoktu. Hepsi yerini biliyor ve haddini aşmıyordu doğada. Bir tek insan… İşte insan, bu konuda sınır tanımıyordu. Haddini aşmak, sanki insan olma rutiniydi. Cebindeki not defterini çıkardı ve hatırladığı bir hadsizliği daha yazmak için kurguya başladı.
...
Sabah işine vaktinde varabilmesi için çok erken saatte uyanmalıydı. Oysa geceyi oldukça geç bir saatte sonlandırmıştı. Yatağa girmeden önce yapmak zorunda olduğu onca şeyin, onu nasıl da esir aldığını düşünürken sızıvermişti üstelik. Sızmayı da hiç sevmezdi ya neyse… Uykuya geçmeden önce rüyaları için küçük bir hazırlık yapmayı seviyordu o. Bunu yapmak ona hep daha iyi hissettiriyordu. En sevdiği yönüydü bu, sınırsız hayal gücü… Ama böyle sızınca kullanamıyordu bu yanını. Hayatta kalmaktan çok daha mühim bir meseleydi onun için bunu yapmak.
Hayatta kılmak uğruna istediklerini önce hayal edip sonra rüyasında deneyimlemek ve beğenirse de peşine düşerek hepsini gerçekleştirmek... Bazen hiç uğraşması gerekmeden gerçekleştiği olurdu hayallerinin ve şanslı sayardı bu yüzden kendini. Bazen de uğraşır, didinir ama olduramazdı hiçbirini. Yine de vazgeçmezdi her gece denemekten. Bu deneme yanılmaları uzadı mıydı o geceni sabahında aymak, işte bu sabah olduğu gibi eziyete dönerdi.
...
Sabah işine vaktinde varabilmesi için çok erken saatte uyanmalıydı. Oysa geceyi oldukça geç bir saatte sonlandırmıştı. Yatağa girmeden önce yapmak zorunda olduğu onca şeyin, onu nasıl da esir aldığını düşünürken sızıvermişti üstelik. Sızmayı da hiç sevmezdi ya neyse… Uykuya geçmeden önce rüyaları için küçük bir hazırlık yapmayı seviyordu o. Bunu yapmak ona hep daha iyi hissettiriyordu. En sevdiği yönüydü bu, sınırsız hayal gücü… Ama böyle sızınca kullanamıyordu bu yanını. Hayatta kalmaktan çok daha mühim bir meseleydi onun için bunu yapmak. Hayatta kılmak uğruna istediklerini önce hayal edip sonra rüyasında deneyimlemek ve beğenirse de peşine düşerek hepsini gerçekleştirmek...
Bazen hiç uğraşması gerekmeden gerçekleştiği olurdu hayallerinin ve şanslı sayardı bu yüzden kendini. Bazen de uğraşır, didinir ama olduramazdı hiçbirini. Yine de vazgeçmezdi her gece denemekten. Bu deneme yanılmaları uzadı mıydı o geceni sabahında aymak, işte bu sabah olduğu gibi eziyete dönerdi.
Saatin alarmı için böylesine sinir bozucu bir ses seçmiş olmasına inanamıyordu. Güne bu kadar kötü bir sesle uyanmayı kim isterdi ki. Bu çok acımasızcaydı ancak farklı bir seçeneği de yoktu uyandırmak için kendini. Güzel sesler rüyalarına eşlik ettiğinde çok sert sonuçları oluyordu. Çünkü her seferinde işine geç kalıyordu. Zır zır öten telefona söylene söylene doğruldu sıcacık yatağından. Onu sarıp sarmalayan yumuşacık örtülerden koparcasına ayrılmaktan hoşlanmasa da çıktı o duygudan. Bu sabah da her sabah olduğu gibi, bir gün bu yataktan böylesine isteksiz çıkmasına engel olacak ya da bu denli erken saatte çıkmamasını sağlayacak güzel sebeplere sahip olacağını aklından geçirerek fırladı yatağından. Ve aynı hızla yatak odasından çıkarak kahve için su ısıtıcısının düğmesine bastı mutfakta. Vitaminleri için bardağına su doldurup duş sonrası için bir fincan yeşil çay demledi, kahveden vazgeçerek. Bir dilim limon çıkardı buzluktan ve limonun sıcak suda gevşemesini izledi bir süre. Sonra ilaçlarını attı ağzına ve koca bir bardak su içti. Ve duşa girdi. Ilık suyla hızlıca yıkandıktan sonra babaannesinin nasihatini yerine getirdi, çığlıklar eşliğinde. Yaz da olsa kış da duştan çıkmadan hemen önce, buz gibi suyun altında en az 30 saniye kalma çabası... Her mevsim titrese de yapardı bunu.
Bornoza sarındığında kendine gelmiş olurdu ama titremesi devam ederdi bir süre daha.
Mutfak tezgahında ılıttığı yeşil çayını içerken, bir yandan da üzerine giymek için kıyafet seçme tantanasını başlattı dolabın karşısında dikilip. Onu mu giysem, bunu mu giysem soruları en sevmediklerindendi. Hep aynı renk ve şekilde üç beş kıyafet alıp, onları giyerek bu seçim karmaşasından kurtulmayı dilerdi hep ama bir türlü başaramazdı bunu yapabilmeyi. Bir parmaklıktı bu durum onun için. Ayakkabılar da aynı karmaşanın elemanlarıydılar. Elbisenin altına topuklu giyme zorunluluğunu kim kurallaştırmıştı? Spor bir ayakkabı giyse ne olabilirdi ki? Kot pantolon üzerine penye bir atlet, altına incecik ve yüksek topuklular nasıl ki çok şık oluyordu, ipek kumaşlı bir elbisenin altına spor pabuç kullandığında şaşkın bakışlar neyin nesi oluyordu? Bu düşünceleri, bir sıra daha parmaklık yaratmıştı etrafında. Aman, neyse ne... Kimseye hesap veresi yoktu, vermeyecekti de. Siyah ipek ve pamuk karışımdan pantolonlu bir takım elbisenin içine şeffaf, yakası açık ipek bir bluz giydi ve bağcıklarını saten kurdele ile değiştirerek kadınsılaştırdığı lastik bir pabuç geçirdi ayağına. Bütün gözler, masasına oturacakken düğmesini açtığı ceketinin içindeki incecik kumaşın ufacık bir hareketiyle ortaya dökülen memelerine takılmıştı. Koca memeli bir kadın değildi fakat dekoltesini nasıl servis edeceğini çok iyi biliyordu.
Santraldeki minik bedenli, oğlan çocuğu görünümlü Betül ile sürekli ona akıl hocalığı yapan Hakan beyin sekreteri olan atmış beşlik Jülide’nin dışında herkesin erkek olduğu bir ofiste, çok tehlikeli bir varlık sergiliyordu bu halleriyle. Açık saçık ve frapan giyinmez, ortama uyum sağlasın diye maskülen bir tarz tercih ederdi genelde. Uyumun çok da derdinde değildi aslında. Rahat ve sakin bulduğu her şeyi giyinebilirdi. Ama mutlaka bir yerlerden fırlayan bir kısım meme, kapalı bluzların altından beliren meme ucu ya da dizine kadar olan yırtmacın bir oturuş pozisyonunda kalçalara kadar sıyrılması gibi hainliklerle eğlenmeyi seviyordu. Etrafındaki izinsiz bakışlar yüzünden kendini kafes hayvanı gibi hissettirenlerle eğlenmeyi de kendine hak görüyordu. Madem onu içinde yaşamak zorunda bırakıldığı bu görünmez parmaklıklara mahkûm etmişlerdi, o da kendi hücresinde istediğini yapabilirdi. Gözleriyle onu soyanların, tuvalette geçirdikleri ekstra vakitlerde ortam daha az erkek koktuğu için kahvesini çok daha büyük bir keyifle yudumlayabiliyordu. “İş dünyası, sadece erkeklerin dünyasıdır diye bir şey yok. Kadınların da pekâlâ o masanın üzerinde <em>-erkeklerin hayal ettiğinin dışında- ne çok şey yapabildiğini görmekten mutsuz olan insanlar var maalesef…” diyen iç sesini susturdu ve çalışmak için bilgisayarının düğmesine bastı. O anda kapısı tıklatıldı.
...
Burada ara vermeliydi yazmaya. Bundan sonrası için sert bir kahveye ihtiyacı olabilirdi ancak kuzine sobanın üzerinde demlenen “Etiyopya” ona göz kırpıyordu. Meyvemsi bir kahve de hiç fena olmazdı. Herkesin zehir gibi acı çaydan içtiği bir memlekette bu kahveler olmasaydı yaşayamazdı herhâlde. “Bir gün herkese, kahve içmeyi sevdirecek bir tarifim olacak.” dedi ve kokusunu içine çeke çeke fincanını kahveyle doldurdu. Tekrar yazmaya başlamadan önce kafasındaki kelimelerin de sakinliğe ihtiyacı vardı. Pencerenin önündeki koltuğuna oturdu, dağlara ve onları örten bulutların ardındaki gökyüzüne baka baka yudumladı kahvesini. Birazdan bir de yürüyüşe çıktı mıydı, her şey tamam olacaktı ama bu karlı havada cesaret edemiyordu dışarıda olmaya. Soğuk bir yandan, vahşi hayvan olasılığı öte yandan geriliyordu. Açık havada olmaya da deli gibi ihtiyaç duyuyordu. Bir süre bu düşüncede kaldı ve sonunda dışarıda olma kararı aldı. Paltosunu ve botlarını giyinip atkısını boynuna sardı. Kapıyı açar açmaz pişman olsa da vazgeçmedi. Dışarı çıkar çıkmaz derin bir soluk aldı. Ciğerleri yanıyordu. Paltosunun cebine tıkıştırdığı yün bereyi kafasına geçirdi. Kapının hemen yanında duran uzun sopayı kendine baton yapıp kar yürüyüşüne başladı. Çok uzaklaşmayacaktı evden. Ana yoldan da sapmayacaktı. Uluyan çakallardan ürküyordu. Tilki de olabilirdi o seslerin sahibi ama kurt olmasını düşünmek dahi istemiyordu. Hele ki ayılar… Onlarla karşılaşmak her şeyin sonu olurdu. Yine de yürüdü. Öleceğini bile bile yaşayan insan misali korkusuna rağmen yürüdü… Her şeye rağmen burada olmak... Her şeye rağmen yaşamak ve bütün bunlara rağmen korkudan ölmek… Ne çok rağmenle doldurmuş ceplerini, döke saça yürüse de tükenmiyor rağmenleri. Geri dönüş yolunu kolaylıkla bulacak gibi duruyor, döküldükleri yerde duruyor bütün rağmenler…