16 Sep
16Sep

Az önce indiği otobüs hareket ettiğinde, önünde beliren manzara karşısında dondu kaldı. Bu sefer soğuktan değil, şaşkınlıktandı hareketsizliği. Eskiden küçücük olsa da meydanı dolduran cami şimdi hükümet konağı, belediye sarayı, üniversite yurdu, siteler ve yeni yapılan evlerin gölgesinde kalmış ve gözüne çok daha küçük gelmişti. Yenilenmiş sokaklar, ağaçsız parklar… Tıpkı büyük şehirlerdeki gibi betonla karşılıyordu gelenleri. Bir tek caminin karşısındaki çay bahçesi değişmemişti. Bahçesindeki ağaçlar duruyordu, nedense kesmemişlerdi ağaçları… Hem gençlerin hem de yaşlıların bir arada olabildiği tek yerdi bu meydan. Cami avlusuna bitişik o meydandan yürüyerek geçtiğini hayal etti. O çay bahçesinde boş boş oturduğunu… Yapabilir miydi? Günlerini nasıl geçireceğini planlamamıştı buraya gelirken. Hiçbir hedef de koymamıştı yazmaktan başka. Bütün hayallerini terk etmiş, tamamen bilinmeyene teslim olarak dönmüştü buraya. Yoldan karşıya geçti yavaş yavaş, acele etmesi için hiçbir sebebi yoktu. Yollar bomboş olurdu eskiden bu saatte, şimdi de öyleydi. Yenilenmiş yollar, kaldırımlar, parklar, yolu bölen alanlara dikilmiş çiçekler çok tanıdıktı, şehir şehir kokuyordu hepsi…


Bavulunu sürüklerken her zamanki güzergahı kullanarak fırına ulaşmak istedi. Sıcak ekmek alıp, yan bakkaldan da kahvaltılık bir şeyler ayarladıktan sonra, sokağın köşesindeki taksi durağından bir araç kiralamayı düşünüyordu. Buralardan derhal uzaklaşmak, bir an önce köyüne varmak istiyordu. Köşeyi döner dönmez bavulun tekerlekleri, Arnavut kaldırımlı taş yol ile buluştuğunda çıkan gürültüyle irkildi. O sesler, dükkanlarını yeni açmakta olan esnafa da geleni fark ettirmişti. Gözleriyle süzdüler onu. Bir sürü sessiz soru soruldu o an. Takır tukur ilerlediği bu yol çocukluğunda da böyle taş döşeliydi. Koşa koşa okula giderlerken yerinden çıkmış taşlara takılır düşerdi mutlaka birileri. Düşene de herkes gülerdi o hariç. Bir keresinde kendi düştüğünde çok gülmüştü, o da sadece bir kez olmuştu. Şimdi topuklu ayakkabılarıyla ne kadar dikkatli yürüyorsa, o zamanlar düz tabanlılarla bir o kadar dikkatsizdi, çocukluk işte. Kimse kovalamazken bile yetişecek bir yerleri varmış gibi koşarak yaşanırdı hayat o yaşlarda. Çocuk olmak, sanki koşmak demekti...

Bir tarafında tek katlı dükkanların olduğu, diğer tarafında altında dükkân olan apartmanların bulunduğu bu dar sokak, onun için zorunlu güzergâh olmasaydı asla buradan geçmezdi. Sevmiyordu çünkü bu sokağı. Şehrin en kalabalık yeri burasıydı ve hiçbir işi olmayanların da her daim dolaştığı bir yerdi. Zoraki yürüdü sokak boyunca. Yine de sabahın kör karanlığında fırından yeni çıkmış ekmek kokusuna doğru ışık saçarcasına ilerliyordu. O koku, nerede olsa tanıdık gelen tek şeydi onun için. Kendini bir yere ait hissetmesine yardım edecek tek şey, belki de bu sıcak ekmek kokusu olabilirdi…

“Listeye un ekle… Odun al… Kuzine sobanın elden geçmesi lazım… Olmuyorsa yenisi alınacak!” Çantasından çıkarttığı küçük not defterine bu satırları ekledi ve derin bir soluk alarak fırına girdi. “Bir tane ekşi mayalı tam buğday ekmeği lütfen!” dediği adam hiç ona bakmadan ellerindeki unu temizledi ve “Normal mi olsun, tava mı?” diye sordu. Seçim yapmak zorunda kaldığına öfkelenerek “tava olsun” dedi. Sadece ekmek almak için girdiği bu fırında, bir cümleden fazla konuşmamalıydı. Buraya geliş nedenlerinden biri de bu değil miydi? Az konuşmak ve uzun cümleler kurmamak…

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.