Sevdiğim bir tanıdığım bana bugüne kadar hiç aklıma gelmeyen bir soru sordu.
“Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç ederken arkadaşlarınla nasıl vedalaştın?”
Vedalaşmak mı?.. Arkadaşlarla vedalaşmak mı?...
Bir sürgünün peşi sıra birkaç saat içinde sınır dışı edildiğimiz için arkadaşlarla vedalaşmak şöyle dursun, özel eşyalarımızı bile toparlayamadık.
Anlatmak istedim ama yapamadım bunu.
Boğazım düğümlendi, yutkundum ve anlamsız bir iki şey geveleyebildim sadece.
Tek hatırladığım…
ASLINDA HİÇ UNUTMADIĞIM şey o haziran, o 1989'da tüm kaderimizin değişmesiydi.
Sabah erkenden kalkmıştık, herkes telaşlı, gergin, üzgün ve haylice duygusal. Hiç kimse birbiriyle konuşmuyor. Her şey çok tatsız. Yaz olmasına rağmen hava soğuk, bulutlu, puslu, böyle gri bir sabahtı. Konu komşu hısımlar toplanmış, herkes bizimkilere sarılıp feryat figân içinde ağlaşıp, ağıt mı yakıyorlar türkü mü çığırıyorlar pek belli olmayan bu ortamda, beni de halamlar teyzemler diğer büyük büyük amcalar, dayılar, komşu teyzeler acı dolu bakışlarla kucaklayıp şapur şupur koklayarak öpüyorlardı.
Bense çatmışım kaşlarımı, şişirmişim yanaklarımı, kırgın mıyım öfkeli miyim pek hatırlamıyorum.
Sadece herkesin bana sarılmasından, öyle tuhaf bir acıyla bakmasından huzursuzlandığım için bizi, Silistra'daki çağın yüz karası olan, insanların sınırdışına nakledilmesi için istiflendiği utanç trenine götürecek arabaya bindim. Yine de insanların cama eğilip acı dolu bakış fırlatmalarından kurtulamadım. Aslında o acı bakışın sebebi, sıra bize ne zaman gelecek endişesiydi.
Neyse, bir zaman sonra tüm aile arabaya bindi ve hareket ettik, yanıma annem yani babaannem oturdu. Araba hareket ettiği andan itibaren kafayı çevirdim ve arabanın arka camından geride bıraktıklarıma seyre daldım.
Babaannemin “Arkana bakma uğursuzluk getirir, dön önüne.” diye beni uyardığını duyar gibi oldum, ama aldırış etmedim, sertçe omzumu silktiğimi hatırlıyorum. Ve gözlerimi daha da açıp her karışında ayak izlerimizin bulunduğu, sesimizin yankılandığı evimize kocaman baktım, arkadaşlarımla oyun oynadığım dört yola da baktım, neşeyle bisiklet sürdüğüm sokağa da…
“Gerçekten bir daha buraları göremeyecek miydim… Biz gidiyoruz!?.” Gözlerimin dolduğunu ve istemsizce yumruklarımı sıktığımı hatırlıyorum.
Üzgündüm…
Geçen yıl, sınıfı birincilikle bitirmiştim. Hocam, boynuma o kolye-kalemi hediye etmişti. Aynı gün şu yanından geçtiğimiz top sahasında kalemi düşürmüş kaybetmiştim. Kaybettiğime bugün bile üzülüyorum aslında, çok sevmiştim o hediyeyi.
İşte bak sabah derse girmeden evvel bütün okul toplu halde arkadaşlarla jimnastik yaptığımız okul bahçesinin arkasından geçiyoruz.
Okulum ikinci yuvam… 1984-85 Kışında isimlerimizi değiştirdiklerinde bana Bulgar adımla hitap eden arkadaşlarımı dövdüğümü hatırlıyorum ve bu sebepten dolayı defalarca müdürün odasına götürülmüştüm. Bulgar Müdür diğerleri gibi değildi, bizlere üzüldüğünü kavrıyordum gözlerinden. Bir keresinde “N’olacak Nataliya desinler sana hem çok güzel bir isim” demişti. Çok büyük bir gururla göğsümü kabartarak, “benim adım Nejla” demiştim.
Ailemden hiç kimse doğup büyüdüğümüz bu yerleri özlediğimizde hasretimizi giderecek tek bir fotoğraf dahi çantalarına koymadılar…koyamadılar.
Gözlerimin son kez gördüğü ve her bir santimini ezbere bildiğim bu yerlerin görüntüsünü, kafama kazımak için hep arkama kocaman kocaman baktım.
Bugün anlıyorum ki bu bir vedaydı…
Giden arabanın içinden arkaya ısrarla bakışım, yitip giden çocukluğumla acı bir vedaydı.
Kızgındım… aileme, bizi uğurlamak için gelenlere. Herkese ve her şeye kırgındım, küsmüştüm, fakat hiç ağlamadım. Bir damla yaş dahi gözümden akmadı, kaskatıydım.
Ne zaman ki bugün yaşadığımız o zorunlu göçün bahsi geçse, boğazım düğüm düğüm olur yine, gözlerim dolar konuşamam.
Biz, benliğimizi ve hatta varlığımızı korumak uğruna doğup büyüdüğümüz evimizden, köyümüzden kovulmuştuk o gün. O haziran...