Konur Sokağı İle Yüksel Caddesi’nin kesiştiği köşede, çevresini saran beton yığınlarına günün her saatinde inatla direnen, Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesindesin. Üzerinde beyaz örtü serili masalardan iki kişilik olanına oturdun. Yaklaşık bir metre yükseklikteki beton duvarın demir parmaklıklarına tutunan sarmaşıkların arasından davetsizce sızan sokağın kokusu, genzini yakıyor. Sağ yanın duvara dayalı, dirseğin masanın üzerinde. Avcunla çeneni tutuyorsun. Hem sokağı, hem de kapıdan giren çıkanı izlemek, seni keyiflendiriyor.
Coşkuyla geçen grup, dikkatini çekiyor. Hepsi siyah pantolon ve gömlek giymiş. Birkaçının başının çevresinde kırmızı bez bağlı. Başları dik. Grubun önünde iki erkek bir kadın. Yüzleri öfkeli. Slogan sesleri, sokağı dolduruyor:
“Bitecek. Bitecek. Bu erillik bitecek. Dünya eril kokuyor. Devrimler değiştiremedi. Anarşizm değiştirecek.” Bağırırken boyun damarları şişiyor. Birbirlerine kenetlenmiş yürüyorlar. Adımlarından yayılan ses, caddeyi gençleştiriyor.
Randevuya gene geç kaldı, tam yedi demiştiniz. Sen demiştin, o da tamam demişti. Çoğunlukla gecikirdi ama mutlaka gelirdi. Gecikmelerine bir türlü alışamadın. Hep, ya gelmezse diye korkuya kapılırdın. Bir önceki konuşmanızda: “Bir gün buluşmaya gelmezsem, ya öldüm, ya vazgeçtim, başka bir seçenek yok,” demişti. Beklemeye odaklanmak istemiyorsun. İlgini sürekli başka şeylere aktarmaya çalışıyorsun. Saati kovalamaktan vazgeçmen gerek. Baktıkça gerginliğin artıyor. Telefon kapalı. Aramaktan yoruldun. Öfkeyle çantanın içine atıyorsun. Garsona, biraz sonra diyorsun. Ardından açıklama gereksinimi duyuyorsun: “Arkadaşım gelecek.”
Tam karşındaki masaya bir kadın oturuyor. Yüzü sana dönük. Yakasında siyah beyaz bir fotoğraf var. Belli ki bir cenazeden geliyor. Yüzü yorgun. Omuzları içine kıvrılmış. Acısını koruyup sarmalıyor gibi. Göz göze geliyorsunuz. Hafif gülümsüyorsun. Sana tanıdık gibi bakıyor.
Et, balık, tavuk yiyen masalardaki kimi müşteriler kedilerden rahatsız. Tekme atıp kovuyorlar. Kediler garsonların ayak seslerini tanıyor. Kaçıp saklanıyorlar. Karşında oturan kadın ve göz erimindeki diğer kadınlar, kedilere minik minik lokmalar atıyor; kedi sevmeyenlere hoşnutsuz gözlerle bakıyorlar. Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesi kedi köyü gibi. Sokakta köpeklerin ve kuşların izini göremiyorsun.
Belleğinde sakladıkların, yağmur damlaları gibi zihnine üşüşüyor. Tedirginsin. Bunu, derinden hissediyorsun. Zihninde gezinenler yalnızca hissettiklerin. Diğerleri uçup gidiyor. Çantandan yeni aldığın kitabı çıkarıyorsun: “Her deneyim yeni bir yol açar. Her yol, sonrakiyle birleşmek için çabalar. Yolların toplamı, hayatla denkleşir. Okumak, yalnızlığı çoğaltmak için seçilen bir yol mu?.. ”Kitabı kapatıyorsun.
Neredeyse bütün masalar dolmuş. Garson yeniden geliyor. “Bir duble rakı, soğuk su, buz istemiyorum, kavun, koyun peyniri, limonlu maydanoz, ha bir de çok iyi kızarmış ekmek. ”Garson, yüzüne bakıyor. “Şimdilik bunlar.” Dudaklarındaki tebessüm, kendiliğinden siliniyor. Konuşmanın ardından soluklanıyorsun.
Bir yudum içince, susadığını fark ediyorsun. Karşı masada oturan kadın, bir şeyler mırıldanıyor. Belki de kendi içine konuşuyor. Beklediğiniz gelmeyecek. O mu söylüyor, sen mi hissediyorsun, anlamıyorsun? Kuşkuya kapılıyorsun. Yeniden göz göze geliyorsunuz. Yakasındaki fotoğrafa bakıyorsun. Yüzünü seçemiyorsun. Huzursuzlanıyorsun. Nasıl bir tutum takınacağını, ne söyleyeceğini kestiremiyorsun. Saatine bakıyorsun. Neredeyse iki saat olmuş.
Onu düşünmeden edemiyorsun. Bunu, aşkın bir kanıtı sayıyorsun. Kuşku ve güvensizlik hissediyorsun. Kuşku ve güvensizliğin, hiç kimse ve hiçbir şey hakkında emin olamayacağının, duygusu olduğunu biliyorsun. Bütün hayallerinin başrolünde onu oynatıyorsun. Seni çevreleyen bu duygular, etrafını saran her şey, senin bir parçan oluyor. Sen, onunla bir şey olmak için bir yola girmiştin. O yol seni sürükleyip her şeye götürdü. Şu an her şeyin içinde, hiçbir şey gibi varlığını arıyorsun.
Bir insana teslim olmayalı ne kadar zaman olmuştu diye sormaktan kaçınıyorsun. Teslimiyet, senin için masumiyeti öldürmekti. Düşünceden düşünceye sıçrıyorsun.
Sokağın kokusu bir esintiyle yemeklerin kokusuna karışıyor. Masalardaki yüksek sesli sohbetler, epeyce azalmış gibi. Ateşli ateşli konuşan insanlar, arka arkaya kadeh kaldırıyorlar. Umudu elden ele dolaştırarak coşkuyla devrim yapan topluluk, alkolün rahatlatıcı etkisiyle kendi kabuklarına çekilmişler. Sokağın gürültüsü, kedilerle beraber bahçede başıboş dolaşıyor.
“Yüksel Caddesi aynı yüzlerin caddesidir. Yalnızca, saatlerin ayarı ve sokağın kokusu değişir,” diyen sesi, kulaklarında çınlıyor. Gülüşü geliyor aklına. Gamzeleri daha da çukurlaşıyor. Ağzının hüzünlü kıvrımından taşan neşe, sana da bulaşırdı. Günlerce bu neşeyle dolaşırdın. “Kahkahanla notalara meydan okuyorsun” dediğinde her yer türkü olurdu. Aranızda yaşanan coşkunun alevi hiç sönmeyecekmiş gibi büyümüştü. Şimdi ise, umutsuz ve çaresizdin. Hayat seni düğümlenmiş gibi hissediyorsun.
Zaman durmaksızın dalgalanıyor. Zamanın dalgaları, kendi kabuğunda oturanlara, karşı masadaki kadına ve senin hayal kırıklığına dokunuyor. Kederli bir akşam geçiriyorsun. Kadın seni izliyor. Bir şey söyleyecekmiş gibi dudaklarını oynatıyor. Sen oralı olmuyorsun. Artık biliyorsun, ne sen, ne o, eskisi gibi olamayacaksınız.
Gelmeyişi, sonsuzu kucaklayacak bir elvedayı anlatıyor sana. Dünyaya yeni gelmişsin gibi her şey yabancı görünüyor. En çok da kendin. Artık kimseyle, hiç kimseyle yakınlaşamayacağından korkuyorsun. Yüksel Caddesi gittikçe kararıyor. Bütün insanları yutup yok etmiş gibi. İçindeki ıstırapla gecenin karanlığı birbirine dolanıyor. Bekleyip beklememe arasında bocalıyorsun. Karar vermen gerekiyor. Acı çekmeden hiçbir kararın alınmayacağını hayat sana öğretmişti.
Karar vermek, şimdilik kimsenin ne olacağını bilmediği bir yola doğru ilerlemekti. Bugüne değin yaşadığın bütün geceler tek geceye dönüşmüştü. Öncesi ve sonrası yoktu. Gecenin, meydan okumalarına daha fazla dayanamıyorsun. İlkel bir yaşama dönmek istiyorsun. Tek bir hayat seni peşinden sürükleyecek kadar yoğunken, ne kadar çok geçmiş yaşamıştın. Bu kadar geçmişi nasıl taşıyacaktın?
Parmaklarınla sakalını sıvazlıyorsun. Yüzünde, karara varanların dinginliği var. Geceyi ve geçmişi silme zamanı geldi, diyorsun. Acıyla gülümsüyorsun. Geçmiş değişir mi?.. O, bir ad değil ki… Beyaz örtüye saçtığın, kopkoyu kederini toparlayıp kalkıyorsun.
Masa, umuttan yoksun, acı ve hüzün kokuyor. Aynı anda kadın da kalkıyor. Kendinden emin, acısını sırtlanmış bir şekilde geliyor. Yakasındaki siyah-beyaz fotoğrafı ve naylon poşetteki kırık telefon parçalarını masaya bırakıyor.
“Kocam... soluklanıyor, üç gün önce… kalp krizi.. sizinle buluşacağını biliyordum. Konuşurken duydum.” Şaşırmıştın. Gözleri, uzun süre dumanda kalmış gibi buğulu ve kızarıktı. “Sizi, nasıl mı tanıdım?...Tedirgin olmayın, kadınca bir histen daha da ötesi. İnsan, hayatını değiştirenleri bir yanıyla kokusundan, bir yanıyla sevdiğinden tanır.