An gelir ki, parmak uçlarının saç diplerinde birleştiği o acı kavuşmanın, yüzünde yaşattığı gerilmenin bıraktığı izle aynaya yansıyan aciz tavrının, gözlerinin her bir boşluğunu doldurduğu o an, geçmişe yapılan bir yolculuk gibidir ve sorgulamanın ilk adımı atılmış olur. Şimdi arkana yaslanıyor ve bir sonraki sorgulamanın zamanı gelinceye kadar aynı şeyleri tekrarlamanın çaresizliğini yaşamaya devam ediyorsun. Bunları onlarca, yüzlerce kere tekrarlıyorsun. Tek bir bedende, tek bir bilinçle yüzlerce duygu durumunun ağırlığını taşımaya devam ediyorsun. Bu duyguların özüne, temeline inmeye cesaret edemiyorsun. Sadece nefes alıp veren bir canlıdan öteye gitmenin katlanılmaz ağırlığının altında eziliyorsun. Ve yorgunluk sadece bedenine değil; ruhuna, bilincine bir sarmaşık gibi dolanıyor. Yorulduğunu anladığın o an uyku molası. Sonra rüyalar, kabuslar, bilinçaltı, Freud ve tekrar uyanış; ya da yaşam molası.
Kimim ben? Hatırlayış... Yavaş yavaş bedenini tanıma, esneme, gerinme, ismini mırıldanma. Mesleğini, yaşını ve aynalarda uzun bir seyrediş. Kırışık gözaltlarının içinde sana göre koca bir hayat. Aynaya yakınlaşma ve çizgilerin gittikçe büyümesi... Yutulma korkusu... Dilinde kısık sesle bir cümle, hava boşluğunda pervasızca geziniyor: ‘’Bazı şeyler, uzaktan daha güzel.’’
İçinden çıkılması zor bir çözümsüzlüğün kölesi olmuş bir ruh kırıntısından ibaretsin. Ne yana dönsen aynı akıbeti yaşıyor, aynı tuhaf hislerin kucağında kendini buluyorsun. Yatağında öylece uzanmış, tavanın dökülen parçalarından anlamlı şekiller çıkarmaya uğraşırken kendi anlamsız duygularını nedense bir anlama kavuşturamamanın çaresizliği içindesin. Uyanış, esneme. Ve yorgunluk ve çaresizlik. Her biri sırayla hayatının içine dahil olurken Gregor Samsa gibi uyanma arzusuyla yanıp tutuşuyorsun. Gerçeklerle yüzleşmeye dayanacak gücünün olmadığını fark ediyorsun. Sıradan bir uyanış halinde öylece etrafı izliyor, ruhundaki sıkıntının seni boğarcasına sarıp sarmaladığı bir durumu yaşıyorsun. Ağzında hala dünden kalan şarabın tadı, zihninde bir çözüm bulamadığın sorular ve gözlerinin tavanda sabit bir halde öylece kalakalmışlığı. Sen düşünceler içinde gezinirken, bedenin pencereye doğru adımlıyor. Perdeleri açıp gün ışığını odana davet ederken, gözlerinin kısılmasına engel olamıyorsun. Hayat tüm hızıyla; ya da tüm yavaşlığıyla devam ediyordu. Gökyüzü hala mavi, güneş hala yakıcı, sen hala sendin ve hala yaşıyordun.
Katatonikleşen bir beden canlanıyor gözünün önünde. Titrek göz kapaklarından başka hareket eden bir uzvu yok. Sesler. Yüksek sesler. Gittikçe alçalan sesler. Araç sesleri, babanın öksürükleri, havlayan köpekler, hışırdayan yapraklar, gıcırdayan tahta basamaklar… Tüm bu sesler yaşamı hatırlatsa da, gazete manşetleri daha çok ilgini çekiyor gibi. Kenarda duran bulmaca eki, soğumuş çay bardağı, hayalinde canlandırdığın aile yaşantıları, pencereden bakıldığında görülen cami inşaatı, hemen alt tarafında bir kilise. Evler, taş evler, çatısında çamaşır asılı taş evler… İzleyişler. Mavi leğende yıkanmayı bekleyen çamaşırlar, duvarlarda gezinen bakışlar, aynada beliren bir yüz ve çatı katı yalnızlığı. Gökyüzünün tanrısı olamamak, sadece gökyüzü olmayı düşlemek.
Durmak… Eylemsizliği yaratmak, yaşatmak ve sürdürmek gün boyu. Öylece hiçbir işe yaramadan, kendini bir kenara koyuyorsun. Bir valiz veya bir şemsiye gibi. Birikmiş işlerin yığınlaşmasını izliyorsun. Gidilmeyen randevular, mesai saatleri; eylemleri eylemsizliğe dönüştürme halini ve alışkanlığa evrilişini izliyorsun. Zihnin, karışıklıktan düzene, düzenden karışıklığa, sonra tekrar düzene, karışıklığa, düzene... Uzayıp gidiyor sonsuzluğa ve sen kelimeleri yakalama oyunu oynuyorsun zihninde. Saatin tik takları boş odada varlığını hissettiren tek nesneye dönüşüyor. Dışarıda araç sesleri, sana yabancı gibi gelmeye başlıyor. Sen de kendine yabancılaşıyorsun; her tik tak sesinin boş odada yankılanmasıyla.
Mavi leğende yıkanmayı bekleyen çamaşırlar. Ne kadar sıradan ve basit. Leğene takılan bir çift gözden ibaretsin. Hayatın tekdüzeliği anlatılıyor bir yerlerde. Tıp seminerleri, felsefe sempozyumları, akademik makaleler, pop art sergileri, orkestra şefinin yalnızlığı ve danışıklı dövüş politik arenalar… Monoton yaşantıların patlama noktasının tam üstüne basıyorsun ve bekliyorsun öylece sana dokunacak bir eli. Hayattan bunalmışlık; ya da monotonlaşmanın uç noktası. Uzun bir çizgi çekiyorsun altına, sırf ara ara dönüp bakmak ister gibi. Ama hiçbir zaman bakmıyorsun. Sıradan bir hayattasın. Sıradan bir mekanda sıradan insanlar, sıradan uğraşılar, sıradan diyaloglar, sıradan rastlantılar. Sıradanlık boğuyor; ama öldürmüyordu. Hayatı çekilmez kılıyordu sadece. Çırpınışların kimselere yabancı gelmiyor. Eşlik edenleri izliyorsun, suratında ekşimsi bir ifade. Bu çırpınışlarının eylemselliğinde yaşam hevesi kalmamış bir insanın uyku ve uyanıklık arasındaki uyuşma hali. Mavi leğendeki çamaşırlar, soğumuş çay bardağı, dökülmeyen küllükler, gazete sayfaları, çözülmeyi bekleyen bulmaca eki, uzakta beliren evler, tavandan dökülen parçalar… Çürümüşlüğün, monotonluğun ve tükenmişliğin simgeleriydiler. Aynada izlediğin yüz, yavaş yavaş tükendiğini haykırıyor sana ve tüm sesler alışılmışlığın kulak tırmalayıcısı oluyor.
İstiklal Caddesi’nin beton zemininde, insan kalabalığının arasında yürürken aklındaki soruların cevabını burada bulur muyum ümidinin hamallığını yapmakla meşgulsün. Yüzlerce surat ifadesinin (çoğu da zoraki gülümsemeler) beyninin içinde küçücük bir odacıkta hapsetmek zorunda kalıyorsun. Onları oradan defetmek için bilincinde çetin bir savaş veriyorsun. Bir meydan muharebesi gibi, karşıt bedenlerin yakın bir temas halinde olduğu eski çağ savaşlarını andırıyordu. Bu yürüyüşten keyif almayan bir tek sensin. Sırtını duvara yaslayıp, göğsünün hızlı hızlı inip çıkmasına endişeli gözlerle bakıyorsun. Sanki yüzmek için hazırlık yapan bir yüzücünün pozisyonunu alıp yürüyüşüne devam etmek için uygun zamanı kolluyorsun. Vazgeçiş... Biraz daha soluklanma hissi ve hep sanki tüm gözler senin üzerindeymiş gibi normal davranma zorunluluğu. Saatine bakıyor ve öğle molasının bitmesine daha yarım saat olmasına rağmen, çalıştığın vergi dairesine bir an önce gitmek için geldiğin yöne doğru tüm bedenini çeviriyor, ve kalabalığın arasından hızlıca yürüyüp gidiyorsun. Zikzaklar çizerek ilerleyişin o kadar çok göze batıyordu ki önemli bir işin varmış gibi görünmek yerine, kalabalıktan kaçan bir kedinin ürkekliğine benziyorsun.
Yangın merdivenini sigara molası için kullanan bir tek sen değildin. Belli bir sıralama olmadan, isteyen istediği zaman ya kahve içmek, ya sigara içmek; ya da özel bir şey konuşmak için kullanır burayı. Soluklanmak, kaçış, biraz dedikodu ya da duygusal yakınlaşma. Kapıdan girdiğinde duygusal yakınlaşan bir çift suratları asık bir halde yanından hızla geçiyor. Omuzunda öfkeli bir rüzgar, biraz sarsılma ve suçlanmış hissi. Siyah demir yığını ile baş başa kalış.
Bir elinle sigarayı eziyor, diğer elin alnının saç dipleriyle buluştuğu bir noktada, kabuk tutmuş küçük bir yarayı yolmakla meşgul oluyordu. Gözlerin ayak ucunda öylece sabit, istemsizce oynayan dudağının yan tarafı ve yolduğun kabuğun bedeninden vedalaşırken usulca ayak ucuna düşüşünün verdiği rahatlama. Sanki ruhun bedeninden sıyrılmışçasına bu saçmalıkların son bulmasından ötürü yaşadığın sevinç. Benzeşme, saçma ve hiçliğin üçgeninden bir anlığına kurtulma hissi. Kahverengimsi kabuğun ayak ucunda ki acizliği ve mırıldanma... ‘’Ne kadar da ben kokuyor.’’
Tekrar çalışma masasına dönüyorsun; ‘’Önümde yığılı evrakların bir çakmaklık işi var, sonra tüm dosyalar ve tüm işyeri. İçindekilerle birlikte ve benimle birlikte.’’
Bir düzine masa, bir o kadar çalışan insan, alt kat, üst kat, yoğunluk; evraklar, dosyalar, raflar, iç içe insanlar, sosyalleşmiş insanlar ve hareket halindeki çene kasları, Senin gözünde devleşiyordu.
Eve dönüş yolunda otobüste yol boyunca cama başını dayamış bir görüntüden ibaretsin. Ne önünde; ne de arkanda konuşulanları anlayabiliyorsun. Ağır çekim ses efekti gibi kulaklarını tırmalamaktan başka bir şey hissettirmiyorlar sana. Akşamın saat bilmem kaçı, takvimlerden zaten hiç haberin yok. Önemsizlik ise son üç yılının davetsiz misafiri. Işıklı caddeler, sokak satıcıları, mağazalar, vitrinler. Tabela okuma takıntısı, fark ediş ve gözleri başka şeyle meşgul etme hissi. Köşe başında bir kaç genç hararetli bir şeyler konuşuyor. Ne kadar da önemli olduğu dev çenelerinden anlaşılıyor. Kasap dükkanı önünde bekleyen masum bakışlı kediler. Müthiş bir oyunculuk. Et kokusu doluyor otobüse. Et kokusu duruyor, otobüs gidiyor. Işıklar, otobüs duruyor; insanlar nizami olarak karşıdan karşıya geçiyor. Et kokusu gidiyor, otobüs gidiyor. Başını cama dayamış bir halde uyukluyorsun. Uyanış, son durak. Ev iki sokak ileride; sen iki sokak geridesin. Ciğerlere doldurulan bir hava ve adımlama. Eve gitmekten başka bir alternatifi olmayan bir bedenden ibaretsin. Evde bekleyen bir yalnızlık; ne konuşur, ne dokunur. Sadece ve sadece evi işgal etmiş bir cani, seni bekliyor.