Dere boyunca taşlı dağa kadar soluk soluğa koşardık; öyle çok yorulurduk ki yorgunluktan neredeyse nefesimiz kesilirdi. Önce oturup soluklanır, ardından toprağa gelişi güzel uzanırdık. Yıldızları saymaya başladığımızda, gökyüzünün boşluğundan yeryüzüne düştüğümüz duygusuna kapılırdık. Söğüt ağacının yaprakları arasından üstümüze dökülen ayın beyaz ışığını seyre daldığımızda, düş gördüğümüzü sanırdık. Ay, bizimle konuşmak istediği anlarda yaprakların arasından hışırtısını gönderirdi. Dudaklarımızı kapatıp, taş gibi susardık. Deli dereye düşen ayın ışığı, çakılların altından üstünden taşarak, neşe içinde hoplaya zıplaya akıp giderdi.
Hayâllerimizle süslenmiş macera dolu günlerdi. Kahkahalarımızın sesi, deli derenin suyunda büyür, yeşil çayırlarda rüzgâra karışırdı. Öyle çok gülerdik ki ciğerlerimiz imdat diye bağırırdı. Nefesimiz kesilince, hava hava diye ağzımızı yavru kuşlar gibi açardık. Sonra da gülmemek için ellerimizle gözlerimizi kapatırdık; çünkü bakışlarımız kesiştiği an yeniden gülmeye başlardık. Gözlerimiz kapalıyken hala gülmeye devam ediyorsak, hemen başka bir yol bulurduk. Sonra da sırt sırta verip soluk almadan beklerdik. Bu bir oyundu. Oyunu bozan deli derede çıplak yüzmeyi de göze almış demekti.
O günler, acıyı da kaygıyı da tanımadığımız günlerdi. Derimiz kalınlaşmamıştı. Duygularımızı gizleyen bir maske örmemiştik. Hayat denen o dipsiz uçurumu henüz tanımamıştık. Kadın ve erkek gibi kokmuyorduk. En saf halimizle su ve toprağın karışımı gibi kokuyorduk. Her şeyi delicesine merak ederdik. Bizim tılsımımız, bu merak duygusuydu. Uçmayı öğrenmeden yuvalarından alınan ala karganın yavrularının öyküsünü dinlemiştik. Yaz kış kalpağını başından çıkarmayan çobandan. Sonra da ağlamıştık. Birlikte ilk kez ağlıyorduk. O benim, ben onun gözyaşının tadını tatmıştık.
O zamanlar yalnızca iyiliği biliyorduk. Bir gün çocukluğumuzu anımsayacağımı, çıplak ayaklarımızla derede yürürken, çakılların çıkardığı sesi ve üzerimize sıçrayan damlaları özleyeceğimi bilmiyordum.
İkimiz de geceye yenik düşüp uyumuştuk. Uyandığımda sen yoktun. İki gün sonra cansız bedenini köprünün altında buldular. Çırılçıplaktın. Deli derede boğmuşlardı. Ölümle hayat arasındaki mücadelen devam ederken ölüme yenik düşen bedeninin üzerinden defalarca geçmişlerdi. Ailen beni suçladı, ses çıkaramadım ama ben biliyordum kimlerin yaptığını. Korktum. Çok korktum. Onları ele vermeye cesaret edemedim. O üç kişi, suçlamaları reddetti. Dağa tırmanırken onlardan söz etmiştin. Çalıların arkasında gölgelerini görmüştün. Sana merakla baktıklarını söylemiştin. Gülüp geçmiştik.
Öldürüldüğünde, sen on dört yaşındaydın, ben on üç. Minicik ellerin vardı. Benden daha küçük gösteriyordun. Kıvrım kıvrım yüzüne dökülen lülelerin rüzgârda savrulduğu zamanlar gamzelerin ortaya çıkıyordu. Cebimde taşımadığım zamanalar eksikliğini hep hissettiğim siyah misket gibi parlıyordu gözlerin.
Yokluğundan beri, benimle birlikte her gün biraz daha büyüyen bu suçluluk duygusu, bedenimin bütün hücrelerine yayılmış durumda. Kalbime saplanmış zehirli bir dikenden sızan öldürücü bir sıvı gibi. Birdenbire değil, yavaş yavaş yok ediyor.
Zamanla geçer dediler. Zamanın ilacı, bende işe yaramadı. Doğan her gün, seninle birlikte sönüyor. Köprünün altındaki yüzünün yandan görünümü hiç değişmeden, hayalim de yerini koruyor.
Yürüdüğüm yollarda, uyuduğum yatakta, içtiğim suda, kurduğum düşte, soluduğum havada, her gün biraz daha büyüyen yokluğun, bir alev topu gibi, nereye dokunursa dokunsun, yakıp küle çeviriyor.