Bağlamın dışında kalan sözcükleri kağıdın bir köşesine iliştirdi. Ölen, öldüren, avcı ve katilin tragedyasını dehşete tanık kalabalıkların balık hafızalı olduğunu biliyordu. Bağlamı o da unutacaktı bir köşeye iliştirmese. “Bir zamanların acı çekmiş halkı kendini yok edenlere benziyor.” Cümlenin altını yeniden çizdi, vurgulama niyetiyle dünya cinayet tarihini gözden geçirdi zihninde. Bir nevi cinnet tarihi aslında diye yineledi içinden. İbrahim, Yakup, Musa, söylenceler, vadedilmiş topraklar, cinayeti kutsayan kutsal kitaplar…
Bir film şeridi gibi geçti koca dünyanın cinayetler tarihi. Bir yük gibi ilişti zihnine zeytinliklerin denize vardığı kentin üstüne yağan bombalar. Bina yıkıntılarının altında binlerce ölüden söz ediyor televizyondaki sunucu. Kentle iletişim kesilmiş. “Hastaneleri boşaltın.” Buyruğuyla saldırıyor komşu ülkenin ordu yetkilileri. Koca koca komutanlar hepsi. Televizyondaki komşu ülkenin başbakanı içten içe tumturaklı laflarla, gırtlaktan gelen sesiyle söyleve başlıyor yanı başında. Televizyondaki bu bayat savaş oyunu izlerken içinde bir acı devşiriyor kendini. Büyüyen bir acı pençe gibi acımasızca deşip duruyor ruhunu. Bağlamı sayfanın bir kenarına iliştiriyor ardından. Kıyam kıyametten gelir. Nakba anın eşanlamlıları sıralanıyor kayıt üstünde. Kim için ağıt yakmalı, hangi ölüler için. Ölülerin dini, tanrıları ağlamamız gereken kalabalıklara karar veriyor o sırada. Yazar, hemen sıvışmalıyım bu bataklıktan, ruhumda koca bir cenk hâli. Son bir kuvvetle sandalyemden kalkabilirim belki.
Gökyüzü ışıl ışıl. Kutlama değil, füzelerin, bombardımanın yarattığı aydınlık. Binalar, evlerin yıkıntılarının üstüne düşen füzelerden kaçmaya çalışan kalabalıklar bu sefer sınıra doğru komşu askerlerin ateşleriyle ölümle yüz yüze. Işıl ışıl gök. Şehirde su, elektrik kesik. İçinizdeki teröristi çıkarın ortaya diye bağırıyor komşu ülkenin lideri. Altı yaşlarında bir çocuk enkazdan ailesinin cesedini çıkarmaya çalışıyor. Çocuklardan katil yaratmak için çocukları ve anneleri vurmalı önce, diyor komşu ülkenin lideri bu sefer. Zifiri karanlık gecede ölülerinin dibinde bekleşiyorlar. Fatıma oğlunu arıyor karanlıkta. Gözlerini sisli, dumanlı karanlığa alıştırasıya bir o yana bir bu yana dolanıyor, seğirtiyor yıkıntılar arasında. Korkuyla gözlerini ovuşturuyor, karanlık kimi zaman selleşiyor. Selleşince hızla önündeki her şeyi devirip, yıkıp, dağıtıyor. Kadının göğsündeki sıkışma derin derin soluyunca çözülüyor bir an. Çocuklar yıkıntılar altında. Elektrikler kesik. Kör karanlık.
Annesinin dilinden düşürmediği şarkı geldi aklına Necip'in. Vedia ninemden de duymuştum o ağıtı. Annemin yumuşacık sesinden de... Altı yaşında ilk duyduğum gün gibi. Dilimden düşmedi ardından. Karanlığın ortasında ıslıkla avunuyor o sırada Necip. Şarkıyı toz toprak içinde yıkıntının kuytu köşesinde söyleyemiyor,çatallı kırık çıkıyor her ezgi, sesi çıkmıyor bir türlü. "Vatanım yok, toprağım yok, ateşler yakıyorum parmaklarımla, sana şarkılar söylüyorum kalbimle..."*
Sus pus tüm dünya. Gezegende ölüm kol geziyor. Herkes sus pus. Enkaza dönmüş şehirde gürültünün, ağlamanın, iniltilerin biri bin para. Kurtaracak kimse yok. Bombalar gece gündüz iniyor şehre. Kapılar kilit kilit üstüne olsa hırsızdan, binbir beladan kurtulurdum belki. Ama üstüme yağıyor bela dediğin bu sefer. Hastanedeki kadının son sözleri bu olsa gerek. Birkaç saat önce bir bombardıman daha oldu hastanenin yakınında. Hastanede doktoru, hemşiresi, yaralısı, çoluk çocuğu hep birlikte ölüyoruz bu sefer. Hastaneyi boşaltın buyruğuyla irkiliyor binadakiler. Sığınacak yer yok. İçinizdeki teröristi çıkartın, diye bağırıyor gözleriyle öfkeyi kusan komşu ülkenin lideri. Çocuktan, kadınlardan katil devşirmeye niyetli ordu komutanı sivillerin katline karar verdi akşamki toplantıda. Kurmaylarını toplamış bol yıldızlı komutan haritadaki yerleşim bölgelerinin nasıl imha edileceğini tartışıyor o sırada. Tanrıların savaşı bu. Kutsal kitap bin yıl önce vaat etti bu toprakları. Yakup’a, Musa’ya, İbrahim’e tapusu binlerce yıl önce verildi. Şehirdeki yabancılar bağdakini kovuyor, diye geçiriyor aklından.
Enkazdan çıkan oğlanı tanıdı kadın. Alnına dokundu, oğlanın cılız gövdesini çekti kendine. “Bildim, bu Necip.” Kör, sağırdı şehir. Enkazdan çocuklarını çıkaran annelerin yanında altı yaşındaki başka bir Necip annesini, kardeşlerini çıkarmaya çalıştı bina enkazından. Çıplak ellerle mümkün değil. Parmakları kanadı, cam kırıkları battı eline. Ağlamak istediyse de ağlamayı unuttuğunu fark etti. Kimse duymadı çığlığını. Gökte dolunay. Şimdi binlerce yıldız parlıyor yanında. Yıldızlar düşüyor yere. Yıkıntıların altında kaç kişi var hesap edilemiyor.
Saçlarından bildim oğlanı. Kara saçlarından. Toza bulanmış yüzü. Ölü gibi bakmıyor kucağıma aldığımda, sanki gözleri yaşıyor bir şekilde. Görüyor her bir olan biteni. Yıldızlar yağdı gece boyunca. Ağzındaki kekre tat oldum olası rahatsız etti kadını. Gözleri bulutlu izledi yıkıntıları. Telekomünikasyon Binası füzelerle vurulduğundan beri iletişim kurulamıyordu şehirde. Birkaç genç kalabalığın arkasındaki kocaman duman kütlesine doğru seyirtti bir an. Arabaların birbirine girdiği anayolda bekleşenleri acıyla ve çaresizlikle izledi iki çocuk. Enkazdaki ailelerini unutmuşlardı bu hengamede birkaç dakika.
Salkım saçak ağaç dumanlar arasında yitip gitmiş şehri izliyor. Bir karabasan olmalı, diye geçiriyor içinden. Bozuk bir plak gibi cümle zihninde dönüp duruyor.
Yirmi kilometre ötede sınırdaki kampı da bombaladılar. Bize oraya gidin, diyor, komşu ülkenin lideri. Bir zamanlar bol yıldızlı, üniformalı askerlerden biriydi o da. Ölüler şehrinde hayatta kalanlara öfkeyle bağırıp çağırıyor ekranda.
Ölü şehirde başörtülü iki kadının gözleri bir iki adım ötelerinde parçalanmış ceset kalıntılarını seçti. Bu dünya koca bir bunak diye söylendi daha yaş almış olanı. Sittin sene sonra yine unutacak insanlar bu katliamı da. Ahşap işlemeli evinin kapısına kan sıçramış, eski hâlinden pek bir şey kalmamış evin yıkıntılarında o da ölülerini aradı bir süre. Zihninde yapılacakları sıraladı: ölü bulma oyunu, cesetleri gömme ritüeli, ağıtlar; gece hava kararınca yeni bombardıman. Avuç içlerini birbirine çarpıp dua edercesine ellerini yukarı kaldırdı o sırada. Ah vah edip, ruhani bir sese odaklandı bir an.
Bol yıldızlı komutan kutsal kitabın buyruğunu yerine getirircesine harita üzerindeki sokakları, mahalleleri işaretledi. Hastanelere sığınan teröristleri imha etmeli. Çöl sıcağında alnı, sırtı ter içinde vantilatörün cılız serinliğiyle bunaltıcı sıcaktan korunmaya çalıştı. Şehirdeki elektrikleri kesmek dahice bir çözümdü muhakkak. Bu kavurucu sıcakta daha fazla kalamazlardı Gazza’da. Çocukların bile katile, intihar bombacısına dönüştüğü lanetli şehirli günahlardan arındırmanın manevi huzurunda bir haham vakurluğunda planlıyordu operasyonu. "Kimse tamamen masum, kimse tamamen suçlu değil bu coğrafyada. Suçlu masuma, masum suçluya dönüşüyor bir anda." Kutsal bir savaş komutan için bu savaş. Ordu güvenlik çemberi kurmak istiyor şehrin sınırında.
Kulağına bir intihar bombacısının başkentte sivilleri kendisiyle birlikte patlatacağı haberi geliyor. Gazza'da çocukları katile dönüştürüyor bir süre sonra bitmeyen bombardıman.
Çölde açlıktan ölmezseniz ulaşırsınız kampa. Sizin bir ülkeniz yok, toplama kamplarınız var yalnızca. İçme suyu da yok şehirde. Çamur zorunda kalınırsa sidik içmek zorundalar kalmaya direnirlerse. Gökteki yıldızlar iniyor yeryüzüne. Kuru bir sıcak var şehirde. Hastanede merhem, ağrı kesici ve yeni sargı bezi de kalmayacak bir iki güne. Gece zifiri karanlık şehir. Bombardımana kadar zifiri karanlık. Necip’i kollarına alan kadın titriyor bir an. Hareketsiz gövdesi oğlanın. Gözleri yaşıyor sanki. Tüm gece o da ışıkların altında izledi kıyımı. O sırada ölü müydü, kim bilir? Leş gibi kokuyor şehir. Cesetleri gömmeli. Toprak ölülere doydu günler ardından.
Çorak tepeler arasından yürümeye devam edecekler şehirden ayrılırlarsa. Kuru otlarla örtülü kumlu tepelere varacaklar bir süre sonra. Sıcak dalgası kavuruyor bedenlerini. Alev topu gibi yayılıyor sıcak. Kampa varabilirlerse ürkütücü köpek havlamaları takip edecek adımlarını. Askerlerin bıkkın, öfkeli yüzü zihinlerine kazınacak barakalara ulaştıklarında. Kesif bir koku. Ölüm kokusu olsa gerek. Kum fırtınası başlıyor birkaç saat sonra.
Haritanın başında bol yıldızlı komutan gözleriyle izledi diğer komutanları. Şehirdekileri ölü ya da diri çıkartmalı yerleşim yerlerinden. Kafasını çöl sıcağından kurtarmış bir iki asker vantilatörün serinliğinde şehirden gelen sesleri işitti. Bir ağıt gibi, acılı bir ezgi yayıldı ölü toprağa. Haritanın üzerindeki noktada işaret parmağıyla yok edilecek hastaneyi işaret ediyordu o sırada bol yıldızlı komutan. Salyası boğazından diline doğru yükseldi bir an, vantilatör içeriyi serinletti çöl sıcağında. Güneş göğün kalbine doğru çoktan yükselmişti o sırada.
Kağıdın bir köşesine bağlamı ilişti o sırada. Televizyonda bombardıman ışıkları yeni yıl kutlamalarını çağrıştırdı o an. Bu havai fişek değildi halbuki. Kimyasal silah kullandığını söylüyordu ekrandaki sunucu komşu ülkenin ordusunun. Gök kıpkızıl gecenin ortasında.
Polonya’da bir gömütlük. Auschwitz’de ölen iki kadın harita başındaki iki rütbeli askerin torunları olduğunu fark etti mezarlıktan olup biteni izlerken. Katillerine dönüşen torunlarına öfkelendiler içten içe. Bu dünya koca bir bunak diye ilendi mezarında ikisi de.