Sokak hala ıssız. Gece kıpkırmızı... Kar başlayacak birazdan... Zaman ne kadar da çabuk geçiyor. Azar azar, usul usul.
Gözlerini açıp karanlığın bağrına bakarken yine aynı şey vardı aklında. Ölümden korkmuş muydu hiç? Ölmekten ve ölen bütün her şeyden. Anılarda kalmıştı bütün hayatı. Eski fotoğraf albümlerinin unutulmaya yüz tutmuş sayfalarında... Tüm varlığı eskiyordu. Bir başınalığını giderek daha çok vuruyordu yüzüne bedenindeki yaşlı ağrılar. Yok, eskisi gibi değildi hiçbir şey. Anılardaydı bütün korkuları artık...
Kalkarken yatak hafifçe gıcırdayıp sessizliğin ötesinde bir yere doğru yitti. Gökyüzünün kırmızısı, duvarlarda ürkekçe oynaşıyordu. Pencereye doğru giderken ince bir sızı geçti sol dizinden. Eski bir sızı. Tanıdık... Dışarıda bir yerlerden, uzaklardan bir köpek havladı gecenin içine doğru. Sevimsiz bir ürperti sırtından dolaşıp boynuna sarıldı sımsıkı. Hırkasına sarındı iyice. Cılız, sarı sokak lambasının altında bir adam duruyordu. Sanki hep oradaymış gibiydi. Bir sigara yaktı adam. Paltosunun yakalarını iyice kaldırıp başını öne eğerek yürüdü. Arkasında bıraktığı dumandan bulut, bomboş sokakta öylece asılı kaldı. Soğuk olmalıydı hava. Ölüm kadar soğuk. Bir ölü kadar soluk.
Kalbi hastaydı. Öyle doğmuştu aslında. Zayıf, çelimsiz küçük bir kızdı. Yaşıtları ip atlarken o hep kenarda durup seyretmeyi tercih ederdi. Ebelemece oynamak istemezdi hiç. Kimse fark etmezdi koşamadığını. Ayfer`in dedesi, ‘benim torunumun elleri ne güzel tombullacık. Gamzelerine fındık koyacağım ben şimdi onun’ dedikçe kendi sıska ellerini saklayacak yer arardı. Ayfer de aksine gürbüzdü, kan damlardı yanaklarından. Yine de hep ikisi oynarlardı tahtaboşta. Genç kızken de, genç bir kadınken de bilemedi kendini hiç. Hiç önce kendini düşünemedi. Öğretmen okulunu kazanmıştı o sene. Bir başka şehirde okuyacaktı. Sığamıyordu bir yerlere. Babaannesi karşı çıkmıştı en önce. Babası aksilenmiş sonra he demişti nasılsa. Ama babaannesi...
Kız kısmısının ne işi var gurbette bir başına. Eski köye yeni adet getirmeyin. Hep o karın olacak yezidin başından.. Babası odanın kapısını kapayıp bir şeyler söylerdi sessizce. Babaannesi durmadan söylenirken akşam bulaşığına su almaya çıkardı darlanıp. Alev alev yanardı yüzü. Ölesiye bir korku sarardı içini. Annesine bakardı, ilişmiş bir köşeye dantelini ören annesine. Oturduğu divan başka bir dünyadaymış gibiydi. Burada yokmuş gibi. Kimse yokmuş gibi...
Bir çırpıda yıkardı bulaşıkları. Biraz dağılırdı tasası. Bir parça açılırdı içi. Son hazırlıkları tamamdı artık. Ablasının adının baş harflerini nakışladığı çarşafı, yastık yüzleri hazırdı. Yünlü içliği, amerikandan biçilmiş çamaşırları, iki çift okul çorabı, etekliği. Birkaç gün sonra yolcuydu. O gece o adam geldi yatıya. Şimdi bile hatırlar adını. Selâmettin. Sene de ya bir ya iki gelir birkaç gün yatıya kalır giderdi. Uzaktan akrabasıydı babaannesinin. Aynı onun gibi ters, onun gibi huysuz. İkisi bir olup çeldiler babasının aklını. Kız evden anca evlenip gider. Lafa söze mi gelsin ocağın durduk yerde. Ananı dinle, beni dinle. Çok dua edersin bize sonra... Zaten ikircikliydi babası kandı. Evlendi iki yıl sonra. Siyah beyaz bir fotoğraftan göstermişlerdi. Kaymakam karısı olacaktı ya daha ne istesin. Bir sürü düşük yaptı ardı ardına, zar zor doğurdu, bilmeden, ölüme meydan okuyarak. İnceydi, naifti ama dayanıklıydı yine de bedeni. Nice sonra tesadüfen çıkmıştı ortaya kalbinde delik olduğu. Nice sonra, her şey bitip tükendikten sonra... Bütün hayatını yüreğinde iki koca boşlukla geçirmiş, hiç fark etmemişti. Kimse fark etmemişti... Sokak uyuyordu. Sıra sıra park etmi<span>ş arabalar her zamanki yerlerinde sessizce sabahı bekliyorlardı. Ayaz, kuytularla dans ediyordu. Gökyüzü kıpkırmızıydı şehrin üstünde. Kar başlar yakında, diye düşündü. Romatizmadan eğrilmiş parmaklarıyla buğulanan cama yusyuvarlak bir delik açtı..
Penceredeki hışırtıya uyandı yine o sabah. Hırkasını üstüne atıp meydana bakan pencereye doğru gitti. Dışarıdan kürek sesleri geliyordu sadece. Ev tuhaf bir loşluğa bürünmüştü. Camda önce küçük bir ışık belirdi, sonra ışık büyüdü, büyüdü... Odacı Nazım Efendi’nin soğuktan kızarmış yüzü göründü belli belirsiz. Penceredeki küçük delikten içeri şöyle bir göz atıp, beyazlığın içinde yitip gitti. Bebek beşiğinde, hafifçe kıpırdanarak uyanıyordu artık. Sobayı yakmalı hemen. Yarı yoldayken kapı vuruldu. Vurulmamıştı da daha çok bir şey sürtünmüştü sanki. Bir şey... Döndü. Kararsız bir adım atıp durdu. Yoksa yine... Bir daha vurdu kapı. Tahtanın soğuk sesi yankılandı sabah sessizliğinde. Bir adım daha attı kapının dışını dinleyerek. Bir sürtünme, belli belirsiz bir hareket... Canavar kapının önünde olmalıydı. Tam kapının dibinde hem de. Kapı bir daha vurulurken“ Kaymakam Bey'i uyandırmaya geldim.” diye seslendi Odacı. Tuttuğu nefesini bir anda bırakıverdi. Nazım Efendi’nin yüzündeki hafif alaycı tebessüme açıldı kapı. “ <em>Hanımım kusura kalmayasın, ama yine kardan sabah olduğunu anlayamamışsınızdır da akşama kadar uyumayasınız diye...” Eşikte öylece aslında ona değil de bütün evreni yutan beyazlığa biraz hayranlık biraz da korkuyla bakıyordu. Evlerin çatılarına kadardı, ağaçların kuru dallarına, gökyüzüne kadardı. Giderek büyüyecekti. Büyüyecek ve her şeyi içine alacaktı. Burada yok olacaklar ve kimse de onları bulamayacaktı. Öylece kalacaklardı karın altında. Ölü gibi, ölüm gibi..
İçi titredi. Buğunun arasından geceye baktı. Adam sokağın sonuna doğru ağır adımlarla geçiyordu. Arkasından gecenin gölgeleri kuytulardan çıkıp sokağa doluşuyorlardı dalga dalga.
Yağmur yağsa bari kar yerine. Sisli, çisil çisil bir yağmur. Ağaçların, toprağın kokusu içine dolsa. Ama gökyüzü kıpkırmızı. Kar başlayacak birazdan... Solmuş, eprimiş bir kâğıt çıkardı çekmeceden. Her şey eskiydi bu evde ne zamandır. Hareketsiz parmaklarıyla kat yerinden açtı dikkatlice. Koltuğa çöktü. Abajurun sarı ışığı kırmızılığı bir anda yuttu. “Çok uzun, çok yorucu bir yolculuktan sonra yeni hayatıma başlayacağım bu uzak ülkeye varabildik.” diye başlıyordu okunmaktan yorgun düşmüş mektup. “Mutluyum çok ama sizin hasretiniz dayanılacak gibi değil.” diye ağlıyordu bütün harfler. “Dua et anacım da çabuk dönelim, ne olacaksak memlekette olalım...” Kalbindeki iki delik bembeyaz, tiz bir sesle sızladı. Gecenin sessizliğine karıştı buz gibi.
Kara tren sessizliği delerek ilerliyordu. Raylar uzuyor, eğilip bükülüyor ama hiç bitmiyordu. Bazen bir yamacın kıyısından, bazen bir ovanın ortasından geçiyorlardı. Balya balya hasattan, alaca bir sürüden, kavruk çobandan, tezek kokan köyden, topraktan, sudan, güleç oğlanlardan, kuru daldaki sarı yapraktan geçip gidiyor, bazen yavaşlıyor, tekliyor sonra öksürerek nefes alıp ileri atılıyordu. Sonunda yine bir şehre vardıklarında, kucağında bebekle öylece bakmıştı istasyona. Vilâyetin arabasına bindiklerinde yorgunluğu uğuldamıştı kulaklarında rayların sesiyle. Odacı Nazım denk yaptıkları iki üç parça eşyayı da yüklemiş, bir çırpıda şoför koltuğuna atlayıvermişti. “Eh, biraz daha dayanacaksınız, kar yoksa tez varırız evvelallah Kaymakam Bey” derken şöyle bir bakmıştı hepsine... Sonbahar neredeyse bitiyordu. Sonbaharın aniden kışın soğuk kollarına atılışı hüzünlü bir koku bırakmıştı ona. Ev daha bir soğuktu. Duvarlar daha da daralmış, kararmıştı sanki. Başını mektuptan kaldırdığında camda uçuşan iki küçük kırmızı nokta gördü. Gözlerini kısıp bir daha baktı. Ne oluyordu canım şimdi durup dururken bu koca şehrin orta yerinde. Hiç olur muydu? Hem bu soğukta kalır mıydı hiç ateşböceği filan... Çöp kamyonunun yanardöner kırmızı ışığı sokağı gürültüyle boydan boya geçti. Titreyen ellerine bakıp kendi kendine güldü...
Yeni hayatının kapısını açarken titriyordu. Soğuktu, yorgundu elleri. İncecik sızlıyordu parmaklarının her bir boğumu. “Yolun sonu şükür” demişti Nazım Efendi son denkleri de içeri taşırken. Yolun sonu... “Cumhuriyet töreni vardı meydanda bugün ya göremediniz, yarın kaymakamım iyice bir dinlenip kendine gelsin hele. deyip gitmişti. Demek Ekimin yirmi dokuzuydu. O gece başlamıştı kar. Ekimin yirmi dokuzu. Yeni hayatı, yağan karla selâmlıyordu onu bembeyaz. Bütün gece yağdı kar. Ondan sonraki gece de, daha sonra ki gece de... Hiç durmadı. Kaç gün, kaç gece yağdı öyle kim bilir? Bir yerlerde saymayı bırakıyor insan. Bırakmayı öğreniyor. Önce toprağı örttü kar. Sonra yolları, tarlaları, dağları, suları... Sonra ağaçları, kuşları, evleri. Yavaş ve sessiz... İnsanları bile örttü. Damların tepelerine kadar yığıldı.
Kalktı, pencereye yürüdü tekrar. Uzaktaki renksiz, şekilsiz damlara, dumanı aheste tüten bacalara baktı uzun uzun. Sokak hala ıssız. Kalbindeki iki küçük boşluğa iki ılık gözyaşı aktı. İlk kar taneleri tembelce oynaşıyordu havada. Ateş böceği sandığı yolunu kaybetmiş iki kar tanesi miydi yoksa? Gülümsedi yine. Elindeki mektubu kokladı uzun uzun, içine çekti iyice. Giderken, “ağlama anacım.” demişti gözyaşlarını içine akıtarak. Ağlama... “Ben evime, yuvama gidiyorum. Bu sefer mutluluğa gidiyorum, gözün arkada kalmasın hiç...” Ölmekten işte o zaman korkmuştu en çok. Yokluğuna ise hiç alışamamıştı.
Kar ile yaşamaya alışmıştı bir zaman sonra. Kar ile yaşıyordu bu kasaba. Kar bu kasaba ile tutunuyordu varoluşa. Burada hayat beyazlığın sonsuzluğunda asılı kalmıştı. Zaman ağırdı. Paslı bir zincirle bağlanmıştı ayaklarından. Günler uzuyor, gece sabaha kavuşmuyordu bir türlü. Kar kalkmıyordu bir türlü. Küçük kızı sanki hiç büyümüyordu. Nazım Efendi’nin meydana bakan taraftaki pencereye açtığı delikti yaşamla bütün bağı. O küçük oyuk havaydı, ışıktı, mavi bir nefesti. O yusyuvarlak buz mavisi delik bütün bir hayattı... Gece bebek ağlayınca usulca kalkar, buz gibi terliklerini ayağına geçirip mutfakta pirinç unundan sıcak mama karıştırırdı uykulu gözlerle. Elleri incecik sızlardı ocağın sıcağında. O gece yine vızıklanmıştı bebek. Bir koşu pişirmişti mamayı. Kızını kucağına alıp divana oturmuş, mamasını yediriyordu. Camdaki delikten yıldızsız geceye dalıp gitmişti. Sonra birden fark etti ateş böceklerini. Kırmızı noktalar bir yaklaşıyor bir uzaklaşıyorlar, gecenin içinde bir oraya bir buraya uçuşuyorlardı. Genç kızken ilkyazın ılık akşamlarında da zeytin ağaçlarının altında böyle oynaşırdı ateş böcekleri. O ılık akşamları özledi. Bütün o sesleri, kokuları... İlk gençliğinin telâşlarında kalan bütün unutulmaya yüz tutmuş o zamanları. Hayretle seyretti bu dansı. Ta ki karanlığa karışıp yitene kadar... Sevinçle, umutla uyuttu tekrar kızını. Ninni bile söyledi. O deliği en çok o gece sevdi. Öğlene doğru Nazım Efendi bir ihtiyaç var mı, diye yoklamaya geldiğinde ona da sordu heyecanla. “ Buralarda bu mevsim ateş böceği olur mu?” Nazım Efendi yine o aynı tebessümle, “Hanımım, Kaymakam Bey korkma diye sana dememiş zağar. Ama bu mevsim ate<em>ş böceği ne gezsin. Onlar kasabaya inen kurt sürüsünün gözleridir. Alışırsın bir zaman sonra.” deyip çekilmişti kapının ağzından. O günden sonra bir daha mama pişirmeye kalkamamış, yatmadan hazır edip bütün gece apış arasında saklamıştı
Birdenbire durmuştu kararsız kar taneleri. Kalkıp buğudan deliği bir çırpıda sildi. Biraz nefes almak için camı açıp is kokulu havayı içine çekti. Ölümün soğuğu gizlice içeri süzülüp gitti odanın en kuytusuna sindi. Hiç fark etmedi. Kimse fark etmedi...
Hiç fark etmemişti, hiç anlamamıştı. Kar çekiliyordu damlardan, ağaçların dallarından. Üzerlerindeki beyaz ağırlık sakince çekiliyordu. Meydan törene hazırlanıyordu bir telâş. Buzlar çözülsün ki okul çocukları, devlet erkânı, askerler geçit töreni yapabilsin. Buzlar çözülsün ki bayram yapsın bütün kasaba. Saçaklardaki buz dikenlerinden sular süzülüyor, penceredeki delik her geçen günle daha çok büyüyor, mavilik evin içine daha çok giriyordu. Kızı ile meydandaki hazırlıkları seyrediyordu her gün. Toprağın yüzü gülümsüyordu. Sonra bir cenaze geçiyor meydanın orta yerinden. Üzerinde bir çarşaf, arkasında birkaç kişi. Yavaş ve sakin. Ertesi gün bir tane daha. Sonra bir tane daha... Kışın ortasında bir gün aklına düşmüştü. Şimdi, biz ölsek, bu ayazın ortasında, bu kar kıyametin altında, kimse bizi bulamaz, kimse gelemez.”
- Sen ayağını sıkı bas Hanımım, demşti Nazım>Efendi soğuk ısırmış gözleriyle. Gelir, birileri elbet gelir..
Hasta yüreği feryat ederken kendini koltuğa attı. Çekmeceden başka bir kâğıt parçası daha çıkardı. Çok soğuktu. İliklerine kadar üşüdü birden. “Seni hasretle öpüyorum annem,” diyordu solmuş kelimeler. Her yanı buza kesti. Elini göğsüne bastırıp öylece kalakaldı. Başı sessiz bir çığlıkla öne düştü...
Mayıs başlarında çoğalmıştı cenazeler. Hayretle izliyordu cenazelerin geçit törenini. Kızına daha çok sarılıyordu. Ne kadar çok ölen var. Baharımı beklemişti Azrail? Kar onunda mı yollarını kapamıştı? OdacI Nazım yine gülümsemişti ama bu sefer gülüşündeki sessiz ağıt sesine ilişmişti.“Bunlar taa kışın ölüleri demişti, ” başını daha çok eğerek. Kar yüzünden hanemımım, kışın ölüleri samanl<em>ıklarda, merdiven altlarında, sandık odalarında baharı bekler bizim buralarda. Ne zaman ki karlar erir, açılır toprağın buzu o zaman gömülür cenazeler. Karın altında beraber uyur burada, bütün diriler ve bütün ölüler...