Ne sağ elleri ne de sol elleri birbirine yakınlaşmıştı. Yan yana yürüyorlardı önlerinde uzanan yol boyunca.
Turuncu’nun tüm samimiyetini taşıyan genç adam, kendi adımlarıyla dahi dans ediyor gibiydi.
Dışından içine doğru uzanan sessiz bir iletişim ağı vardı kimselerin duyamadığı.Yanı başında seyreden genç kadın ise iç sesiyle boğuşurdu dışardan aldığı tüm cesaretle.
Bir mahkeme kuruyordu ansızın. Avukatı kendisi, hakimi kendisi, mübaşiri ise en dipteki duyulmayan sesi.
Genç adam yakalamıştı tüm sahneleri ve olan biteni.“Uzaklaşıyorsun benden!” dedi.
Genç kadın ise gülümsedi. Kurmuş olduğu mahkemede boş koltuklar vardı.
“Otur şuraya!” dedi.
İkisinin de adımları öylesine ritmik bir hal almıştı ki, bir şarkının melodisine eşlik eder gibiydi.
Gökyüzüne kurulan gökkuşağı yağmur sonrası olmasa da, bulutlu ya da güneşli havada dahi kuruluyordu ikisinin arasına. Yedi rengin her biri iletişime geçiyordu kısa kısa.
Yağmur ahmak ıslatan misali ufak ufak düşmeye başladığında genç kadın şemsiyeyi açtı, genç adam ise devraldı. İki beden bir şemsiye altına sığışmıştı.
Rüzgar çenelerinin altından teğet geçtiğinde ikisinin de dudakları ortak bir melodiye aralanmıştı bile.
“Aç kapıyı gir içeri, gönlüm istiyor seni.
Aç kapıyı gir içeri, gönlüm istiyor seni.”
Turuncunun var olan tüm samimiyeti dudaklarına dökülmüştü genç adamın.
Genç kadının dudakları ise bir şemsiye altında uzanmıştı bir diğer dudağa.Yağmur hızlanmıştı, şemsiye ters dönmüştü.
Rüzgar çetin cevizdi.
Ürperik ve isterik iki bedene değiverdi.
“Aç kapıyı gir içeri, gönlüm istiyor seni.
Aç kapıyı gir içeri, gönlüm istiyor seni.”