-Tunaaa" diye seslendi halası. Yavrum kedilerin kuyruğundan çekilmez bilmiyor musun, kedimize eziyet etme, çık dışarı arkadaşlarınla oyna lütfen.
Nasıl da kıymetliydi kedileri halası ve amcası için, mamaları bile özel siparişle gelirdi.
-Benim burada arkadaşlarım yok ki, dedi Tuna.
-O zaman sessiz otur, gürültü etme, amcan rahatsız oluyor, babaannen çok yaşlı sese gelemiyor.
-Eve götürün beni o zaman canım sıkılıyor.
-Baban seni bize bıraktı akşama kadar sabret biraz, arkadaşın yoksa çık dolaş, ya da kedileri kızdırmadan oyna tamam mı?
-Sanem Hala senin neden çocuğun yok?
-Ben evli değilim ki Tunacım, hiç evlenmedim ben amcan da öyle.
-Amcam ayağa kalkabilse bahçede oynardık şimdi, hep yatıyor ama hep...
-Amcanı rahatsız etme o kitap okuyor, seninle gelemez.
-Hadi amca biraz benimle oyna.
-Gel, seninle tavla oynayalım olur mu?
-Ben tavla bilmiyorum ki amca.
-Ben sana öğretirim.
-Amca senin arkadaşın yok mu?
-Benim çok arkadaşım var, dedi Ahmet. Zamanı gelince seni tanıştıracağım, sana anlatacağım hepsini.
Minik elleriyle tavlanın zarlarını tutup atmaya bayılıyor, birileri olmadan kendini oyalamayı bilmiyordu henüz. Anne ve babası ne zaman uzak bir yere gitseler, amcası, halası ve babaannesiyle kalıyor, evin altını üstüne getiriyordu. Bu eve evlilik uğramadığından Tuna özlenilen, sevilen ve her türlü yaramazlığına sabır gösterilen bir çocuktu. Ahmet amcası onu oyalamaya çalışsa da yataktan hiç kalkamadığı için onunla bahçede koşup, top oynayıp, koşturamıyordu. Halası ise yatalak amca ve annesinin durumu ile ilgilenmekten çocuğa kısıtlı vakit ayırabiliyordu, çok sevse bile.
Tuna evin çok değerli kedisi Tontonun arkasından bahçeye çıkınca, Ahmet yarım kalan kitabına uzanıp, kaldığı yerden okumaya başladı.
“Gün ağarınca, bir kerpiç evin içerisinde üstü başı sarılı buldu kendini Ömer. Camdan gözlerinin içine giren güneşten rahatsız oldu. Ölüm ile yaşamın neresinde olduğunu anlayamadı, neredeydi, ne yapıyordu bilmiyordu. Sadece nefes aldığının farkındaydı. Ellerini hareket ettirebiliyordu, ama vücudu hissizdi, yavaşça ellerini üzerinde gezdirdi. Sonra birden bir sıcaklık sardı vücudunu, bacakları neredeydi, hiç hissetmediği bacakları. İnanmak istemedi, elleri ile yine de aramaya devam etti. Önce bu bir rüya mı, gerçek mi, anlamaya çalıştı. Dışardaki bahçeden çocuk ve kadın sesleri duyuluyordu."
Sesler yakınlaşmaya başladı, bir çocuk diğerine anlatıyordu:
“Dün gece bizim eve bir asker getirdiler, ölmüş sandık, babam doktur çağırdı. Doktur adamın bacaklarını kesmiş.”
“Neden kesmiş ya?”
“Ama kesmez ise adam ölecekmiş yarasını temizlediler, içerde uyuyor hâlâ.”
Ömer hayatın devam ettiğini anlamıştı ama sevinemedi, hiç sevinemedi. Güzel gözlerine hüzün geldi oturdu ve gitmeye de niyeti yoktu, derin bir iç çekti. Canan neredeydi, burası neresiydi, ya bacakları? Biran ‘ölseydim ya, neden kurtuldum, neden kurtardınız beni.’ diye inledi. O inledikçe duvarlar sarsıldı sanki. Canan onu böyle görmemeliydi, öldü bilmeliydi.
Yanına evin kadınları ve çocukları toplandı. Öylece baktılar yüzüne, çaresiz adamın çırpınışlarını izlediler, hiçbir şey yapmaksızın. Sonra çekip gittiler.
Ömer bir uyuyor, sonra aniden bir ağrı ile uyanıyordu. Sırtı bıçak gibi batıyor, yüzündeki yara alev alev yanıyordu. Ölmek istiyordu artık. Neden bu kadar kolay değildi ölmek, neden ölümüne bile o karar veremiyordu. Nefes alışı sıklaştı, uzunca bir "ahhhhhhhhhhhhh"çekti. Bir hemşirenin gölgesini görür gibi oldu, elindeki alkol kokan bezleri yüzüne değdiriyor, yaralarını temizliyordu. Rüya ile gerçeği karıştıran Ömer, "Canan, Canan sen misin?" diye mırıldandı. Ve tekrar yediği iğnenin etkisiyle derin bir uykuya daldı.
Ahmet okuduğu kitabın arasına ayracı koyup, kardeşine seslendi. Bir yandan da kitaptaki Ömer’i düşündü, şimdi ona çok şey söylemek isterdi ya neyse…
-Saneeeem, beni azcık doğrult da şu denize bakayım, yemeğim hazır mı? Yemekten sonra ilacımı alayım saat üçe geliyor.
Kardeşi Sanem kolları ile ağabeyi Ahmet’i yukarı çekerek, önüne yemeğini koydu. Doksan yaşındaki anası yanında yatıyor, ‘başka bir şey yer misin paşam?’ diye sorup duruyordu.
Evin içindeki küf ve ilaç kokularına, bir de yemek kokusu karışınca, denize bakan camları koşturup açası geliyordu insanın. Kediler evin her yerinde geziyor, babaannenin ayaklarında, mutfak tezgâhında, Ahmet’in ilaçlarının arasında bir orada bir burada. Rutubet kokusu öyle bir sinmiş ki, evdeki her örtüde, her koltukta, halıda aynı koku hissediliyordu. Hatta kapıdan içeri girerken bu koku, insanın burnunun deliklerine tecavüz eder gibiydi. Bu evdeki tüm yıpranmış eski eşyalara, rutubet kokusuna, ilaç kokusuna, kedi tüylerinin havada uçuşmasına rağmen ne Sanem’in ne Ahmet'in ne de annelerinin bir şikâyeti vardı. Onlar önlerindeki denize bakıyorlardı, masmavi, masum, bazen dalgalı bazen de dingin denize. Ara sıra kuduruk kedi Tonton’un yaptıklarına bakıp kahkahayla gülüyorlardı beraber.
Babaannenin anlattıklarına bakılırsa pek de fakir değillerdi, Ahmet’in malulen emekli olduğu asker aylığı, Sanem’in emekli maaşı ve bir de ev ve bahçe olunca neden bu tek odalı rutubet kokulu evde yaşadıklarını düşünüyordu insan. Ama Ahmet'in uzanıp da dışarı bakışını gören sanırım bunun nedenini bilse de sormuyordu.
Gökyüzü Ahmet’in gözleri kadar maviydi bugün, onun gözleri gibi pırıl pırıl. Denize küsmedi Ahmet, vurgun yüzünden vücudunun yarısını kaybetmiş olmasına rağmen daha da çok sevdi, daha da çok görmek istedi. Bir kere daha olsa yine dalardı denizin dibine, acele etti biliyordu acele giden yol ecele giderdi. Denizin altında yavaş olmalıydı. Olsun, bir kere daha şansı olsa tekrar denerdi.
Biraz daha ekmek istersen seslen abi, ben içerdeyim, dedi Sanem.
Güzel bir kadındı aslında, insan ister istemez neden evlenmemiş acaba diye düşünüyor ama Tuna gibi soramıyordu yüzüne karşı. Belli ki abisini bu durumda bırakmak istememişti. Anası, Sanem için merak edilen soruyu biliyor, ne zaman birileri gelse, o mutfağa gider gitmez durumu açıklıyordu.
Ah Sanemim, abisinin durumundan sonra hiç yüz vermedi isteyenlere, mahallede istemeyen kalmadı boncuk gözlümü ama hâlâ düşünmez evliliği. Kendini bize adadı, nereye gitse çok kalmaz hemen döner.
İçeriye girdiğini gören anası sesini kesti hemen. Sanem sevmezdi bu muhabbetleri. Ahmet bir yandan yemeğini yiyor, bir yandan da okuduğu kitabı düşünüyordu. O da kitaptaki Ömer gibi isyan etmişti başına gelenleri öğrendiğinde. Bunca sene sonra onunla aynı duyguları yaşayan Ahmet’i seneler öncesine götürmüştü bu roman.
Sanem, abisini tekerlekli sandalyesine oturtup balkona çıkardı, tüm gezmesi buydu Ahmet’in. Derin derin baktı denize, kokusunu içine çekti tüm iliklerine. ‘Sen git.’ işareti yaptı eliyle kardeşine, tek başına kalmak istercesine. Kitabına kaldığı yerden devam etti.
“Canan, Ömer’in öldüğüne inanmış, zoraki bir evliliğe razı olmuştu. Canan'ın duru güzelliğine aşık olan Nurettin Bey, her gün başka bir hediyeyle geliyordu evlerine. .Yine kapı çalmıştı, Nurettin bey, elinde kocaman bir kutuyla girdi içeri. İpek eşarplar, yılan derisi pabuçlar, ipek bluz, kaşmir bir manto. Hepsini Fransa’dan özel getirtmişti, güzel yüzlü Canan'a. O ise satılık güzelliğin ardında ağlayan kalbinin yüzünü saklıyordu herkesten. Yapay bir tebessümle kabul etti hediyeleri. Ne kadar çok sevinirdi, kapıyı çalan Ömer olsaydı da bir tane papatya getirseydi ama yoktu işte. Hayatın karşısında ne kadar etkisizdi. Başkalarının hayatını, başkalarının aşkını yaşatıyordu artık, ruhunu çoktan teslim etmiş, bedenini sahte hayatın içerisinde sürüklüyordu.”
Kitabı bir kenara koyup Yasemin’i düşündü Ahmet. Evden kovduğu Yasemin’i. Nerelerde, nasıl yaşıyordu kim bilir. Ahmet, yürüyemeyeceğini öğrendikten sonra, nişan yüzüğünü fırlatmış bir daha da görmemişti onu. Tekerlekli sandalyeye mahkum birisinin yerine, yirmi dört yaşında çakı gibi bir deniz subayını hatırlamasını istiyordu. ‘Git!’ demişti Yasemin’e. ‘Defol git buradan!’, gitmiyordu Yasemin. ‘Defolup git buradan sümsük seni, bakma bana yılan gibi.’ dedi ve kendi de inanamadı nasıl böyle bir şey söylediğine. Yasemin takılı kalmıştı sevgilisinin gözlerine, direniyordu aşkı uğruna. İnanamıyordu bu terk edilişe, o razıydı her şeye. O günden sonra onu bir daha görmemişti, tek bir haber bile almamıştı.
Kediler, Ahmet’in hissetmeyen ayaklarına dolanıyor, güneş vurdukça sere serpe yayılıyorlardı. Sarman kucağına zıplamış, patileriyle pıtır pıtır Ahmet’in düğmeleriyle oynuyordu.
Akşamüstü subay arkadaşları uğrayıp, gün batımında balkonda bir iki tek atıp muhabbet ettiler. Hasan’ın eşi Süheyla, Ahmet’i ne zaman görse, tahtaya vuruyordu. Sanırım Ahmet’i görüp kendi haline şükrediyordu ama bu Ahmet’i incitiyordu aslında. Onun durumunu daha da dramatikleştirip, zavallı konumuna getiriyordu. Oysa o artık haline alışmış, yok olanla değil var olanın güzelliği ile meşguldü. Çok şükür elleri sağlamdı, kedileri okşayabiliyor, bulmaca çözebiliyor hatta bir şeyler yazabiliyordu, gözleri dünyanın en güzel denizini seyrediyordu, kulakları sahildeki gençlerin sesleriyle şarkılarıyla yankılanıyordu. Akşam olmadan misafirler kalktılar.
Yeğeni Tuna içeri girince boynuna atladı Ahmet amcasının.
-Amca hani bana arkadaşlarını anlatacaktın?
-Anlatayım yeğenim, dedi Ahmet. Benim öyle arkadaşlarım var ki, kimisi dünyayı dolaştırır, kimisi doktorum olur dertleşir, kimi cahilliğimle savaşır, kimi ışık olur yol gösterir. Hepsi ile ayrı düş yolculuklarında buluşur, yol arkadaşlığı yaparız. Ben bu yolculuklarımda kimi zaman onların gözlükleriyle bakarım dünyaya. Bilmediğim köylerin, görmediğim insanların konuğu olurum evlerinde. Onlar beni ne yargılar, ne acır, ne de suçlar. Her gün yeni bir pencere daha açarlar. Artık kapı deliğinden görmüyorum hayatı onlar sayesinde. Üstelik onlar yanımdayken hiç yalnız değilim.
-Peki, neredeler? dedi ufaklık.
Ahmet eliyle kütüphaneyi gösterdi.
-İşte dedi hepsi her daim yanımdalar, hepsi yanı başımdalar, onlar beni hiç yalnız bırakmazlar.