Allah Belanı versin diyorum sana, iyi duy “Allah mesut etsin, Allah mutluluklar versin demiyorum, her nerede ve ne işle meşgulsen işlerin karışsın birbirine, kamışına su yürümesin, arapsaçına dönesin inşallah.”
Son hatırladığım bembeyaz anacığımın kendi elleriyle yaptığı pastanın üstündeki dört mü beşli alevleri titreşen mumları söndürüşüm. Sonrasında arkadaşlarımın teker teker mutlu mesut, ağızlarında pastanın yanında el yapımı limonatalar ya da suni kolaların verdiği mutluluğu gözlerinde gizlemeksizin koşarak mahallenin oyun parkına koşuşturmaları. Herkes gitmiş, tek gitmeyen komşunun benden beş altı yaş büyük erkek çocuğu, benim de ağabeyimdi. Annemler ailenin durumu, kendi ilişkilerinin açıklığı ile çocukların birbiriyle zaman geçirmelerinden, ağabeylerinin küçük kızlarını oyalamalarından, kendi sorumluluklarının birazını ona yüklemekten gönülleri rahattı.
İlk zamanlar gerçekten benim oyuncaklarımla onun yönettiği, birbirimize rolleri dağıttığı eğlenceli oyunlar oynuyorduk. Zamanla arkadaşlarımla oynadığımız evcilik oyunlarımız hakkında sorular sormaya başladığında daha az oyuna, daha çok konuşmaya vakit ayırmaya başlamıştık. Daha çok oradaki roller hakkında sorulara maruz kalıyordum.” Baba kim oluyor? Babanın karısı kim oluyor? Babayla anne çocuklarını okula gönderince evde neler yapıyorlar? Akşam olunca anneler babalar gibi yorgan altına girip birbirinize sarılıyor musunuz?" gibi sorular her geçen gün artıyordu. Ben de hiçbir şeyi saklamadan bütün saflığımla arkadaş grubumuzda en büyük olmam nedeniyle son zamanlarda her zaman anne rolünü benim aldığımı ve kocamı oynayan Necati’yle neler yaptığımızı, nasıl yüz yüze sarılarak kendimizi anne babamızın yerine koyduğumuzu, içgüdüsel olarak önlerimizi birbirimize değdirdiğimizi anlatıyordum. Hemen burada kurnazca önemli bir noktayı yakalamış gibi “Peki peki yorgan altında entarini ve donunu sıyırıyor musun, Necati şeyini açıyor mu? “ gibi o ana kadar bizim oyunlarımızda düşünmediğimiz, eyleme koymadığımız, neden yapacağımızı bilmediğimiz konularda benim ilgimi çekip beni yeni senaryolara hazırlıyormuş.
Yavaş yavaş bizim Barby bebekler konuşmaz, sevimli ayıcığım, tavşanım, minik kediciğim dile gelip elle hareket ettirilir ve seslendirilir kuklalar olmaz olup, onun dizine oturmaya başlamıştım. Dizine oturmamla normal seyreden nefes alışları yavaş yavaş demircinin ateşi üfleyen örsünden çıkan buharlara dönüşüyordu. Bana göre koca koca elleri önce dizlerimde sonra yavaş yavaş henüz belirmemiş göğüslerime doğru acemice gezintiler yapıyordu. Huysuzlanmaya sağa sola kıpırdanmaya başlarsam, birkaç dakikalığına candan bir abi edasıyla eskiden olduğu gibi sarılıyor hoş şeyler söylüyor, genelde hoşuma giden koltuk altlarımdan gıdıklayarak havayı yumuşatıyordu. Tedirginliğimi sakinleştirdiğini anladığı anda kaldığı yerden devam ediyor, iki de bir de çocukken de çok sık söylediğinin benzeri, biraz da seyrettiği türk filmlerinden ezberlediğine şimdi vâkıf olduğum “Sen ne güzel bir kızsın, seni hep çok sevdim, iyi ki kız kardeşim yok, sen dünya ahret benim kız kardeşimsin.” Sözleriyle beni daha sonraki günlere hazırlıyordu.
Birkaç yılı daha böyle geçirmiş, açıkçası son zamanlarda arkadaşlarımla oynadığım evcilik oyunlarında eski heyecanımı yitirmeye, onunla oynadığımız gibi oynamayı arzuluyordum. Ama aynı yaş grubu arkadaşların oynadığımız oyun dışında bir başka şey yapmaya cesaretleri yoktu. Ben de bir yıldır küçük küçük hazırlandığım onunla oynadığım bu ortamdan zevk aldığımı ve o anları aradığımı hissediyordum. Eski günlerden tek fark kucağına aldığında göğsü eskiye nazaran daha bir inip kalkıyor, aynı zamanda bir süre sonra kalçalarımda ne olduğunu anlamadığım bir sertlik hissetmeye başlıyordum. Böyle günlerden birinde daha önce hiç yaşamadığımız çok farklı bir durum yaşadık. Anlamadığım nedenle önce beni iki koluyla şiddetle sararken ardından ağzından garip hırıltılar çıkararak beni kucağından attı ve yüzükoyun kanepeye uzandı, titreyerek birkaç saniye olduğu yerde gitmeye gelmeye başladı. Yüzünü bana döndüğünde utanmış, ne yapacağını ne konuşacağını bilmez halde beni orada yalnız başıma bırakıp kaçar adımlarla koştu, yanımdan ayrıldı.
Bu olaydan sonra bir müddet oyunlarımıza ara vermiş, bir- birimizden uzak durmaya çalışır haldeydik. Ancak işte bu demin bahsettiğim doğum günümden hemen sonra arkadaşlarımın çekilmesi ve ailemin de beni onunla baş başa bırakıp kendileri baş başa doğum günümü kutlamaya gittikleri akşam, mecburen yine oyunlarımıza dönmüştük. Doğum gününe geleceği için ağabeylerinden öğrendiğini sandığım o zamanlar pis bir koku olarak nitelediğim, şimdiyse alkol olduğunu bildiğim bir şeyler içtiğini nefesi ele veriyordu. Son olarak anlattığım yaşadıklarımızdan mı nedir, oyunlarımızı fazla uzatmadan biraz hoyratça önüne oturttu. Pis kokulu nefesiyle bugün abi kardeş değil karı koca olabileceğimizi hafif gülümseyerek ürkütmeyen ama itaatkâr olmaya yönlendiren bir ses tonuyla saçlarımı, yüzümü, boynumu, omuzlarımı sırasıyla ve heyecanla öpüyor, bir taraftan da eteğimi sıyırmaya sabırsızca çekiştirmeye devam ediyordu. Son kez olduğu gibi yine kalçalarıma biraz sertçe bir şey dokunmaya başlayınca acıtacağından korkumdan neredeyse ağlamaya başlayacağımı görünce, beni dizine alıp kendi gömleğini, pantolonunu çıkarmaya başladı. İlk kez onun kucağında sadece donu varken oturuyordum. Benimse üzerimde minik elimdeki plastik bileziğim dışında hiçbir şey kalmamıştı. İyi veya kötü bir şeyler olacağını seziyordum, ama ne olacağını tam olarak anlayamıyordum. Hiçbir şey hissetmiyordum. Beni saçlarımdan nazikçe yakalayıp hafif iterek kanepenin kırçıllı yüzeyine yatırdı. Gayri ihtiyari önümü örtmeye ve filmlerden hatırladığım henüz bir çıkıntım olmasa da bir elimle de göğüslerimi örtmeye, kendimi savunmaya çabalıyordum. Donunu savurup yere atması, üzerime daha önce hiç görmediğim apış arasındaki dikkat çeken organıyla üzerime atlaması birkaç saniyeyi aldı, almadı. Eliyle yolunu bulup önümde şiddetli bir acı hissetsem ve ilk kez bir feryatla bağırmamdan korktuğunu hissetsem de artık onu hiçbir şeyin durduramayacağı aşikârdı. Boğuluyorum, nefes alamıyorum ve tüm vücudumdan değişik iğneler batarcasına acıların gelmesiyle haykırışım, onun hayvani bağırtısı ile birbirine karışıyor, neyse ki uzun sürmeden üstümden titreyerek ölecekmişçesine nefes nefese yana kaykılıyor. Ortalığa koltuk altından ve yapış yapış apış aramdaki mayiden ilk kez duyduğum kokular savruldu. Bu koku kendimi bildim bileli midemi bulandırdı. Kadere bakın ki bu kokuya yaşamım boyunca günde en az bir kaç kez maruz kalacaktım.
Onun zevk bahçelerine benim kararmış geleceğimin tohumlarını atıyorduk. Farkında mıydık ? Tabii ki değildik.
Sonraki günlerde mahalleden babasının tayini çıkana kadar bir yıla yakın son oyunumuzu, kimseye bahsetmememi sıkı tembihleyerek oynamaya devam ettik. Neyse ki gitmişti. Ben de eğitimime devam ediyordum. Yaşadıklarımın önüme nasıl geleceği, ne tür sorunlara gebe olduğunu hayal bile edemiyordum. Biraz içine kapanmış, okul, kütüphane ve ev üçgeni arasında yaşamımı sürdürüyordum. Lise 1 de sınıf öğretmenimizin Çarşamba öğleden sonraları yaptığı özel derslerde, kızlarla toplantılardan birinde hepimize açık açık “Oldunuz mu, olmadınız mı? “ diye sordu. Ne olduğunu anlayamadığım bu soruya, benden başka herkes gülerek olduklarını beyan ettiler. Benim sessizliğimi kimseye hissettirmeyen hocam ders sonunda sınıftan çıkmak üzereyken odasına gitmemi istedi. Odasındaki görüşmemizde olayı açıkladığında benim habersizliğimi anlayınca kasabada gideceğim kendisinin de arkadaşı olduğu jinekoloğun ad ve adresini verdi. Ürkerek neyle karşılaşacağımı bilmeden, aileden kimseyle paylaşmadan gittiğim muayenehane, özel dekorasyonu ile tüm gelenlerin iç dünyasını rahatlatıcı steril beyaz rengin hakimiyetindeydi. Jinekolog öncelikle rahatlatıcı tavrıyla ne yapacağını, neyi kontrol edeceğini belirtip, bildiğimiz masasına yatırdı, ayaklarımı iki yana açıp detaylı kontrolü sonucunda bana bir iğne vereceğini ve olacağımı söyledi.
Jinekolog kontrol sırasında gözlemlediği zarımla ilgili hocama bilgi vermiş. O da sorumluluk gereği ailemle paylaşmış. Sonumun başlangıcını yazmışlar. Aileme ne dediysem anlatamadım. Önüme konan seçenekler korkunçtu. Ölüm ilk kurtuluştu. Kaçış ise ölümden önceki son kurtuluşum. Son kurtuluşa bir umut sığındım. Meğer kendimi İstanbul’un kurtlar sofrasına atmışım. Kısa sürede açlığımı bastıracak, ağzıma tek lokma atacak mesleğimi bulmuştum.
Hiç ama hiç istemedim ama, mesleğimin adı orospuluktu.