Cinnet bu, tüm dünya zıvanadan çıkmış, diye söylendi odada öfkeyle. Resmen cinnet... Ev dandini yine. Koltuğa özenle oturttuğu annesinin iniltileri geldi kulağına. Toz içinde ev. Bir temizlikçi kadın da bulmak zor bu saatte. Akşam akşam sırtına yükleyip taşımıştı kadını üç katı zar zor çıkarken.. Her gün daha da ufalıyor, küçülüyor sanki zavallıcık. Yatalak bir çocuk gibi… Her geçen gün bir başka anısını yitiriyor, kayboluyor boşluğunda. Tanımaz gözlerle baktı yemeğini yedirdiğinde geçen akşam. Sittin senedir kızınım be anacığım, diye içerlemişti o bakışları yakalayınca.
Sen oynuyorsun benimle, yok yok içinden hatırlamak gelmiyor besbelli. Oğullarını, onların bıcırık veletlerini nasıl da tanıyıverdin memlekete gittiğimizde. Ben sırtımda taşımaktan yükümlüyüm, beslemekten, altını temizlemekten. Benim kadın başıma cezam bu.
Evlenmedin ya… Kız kurusu Melahat’in de bu dünyadaki cezası buymuş. Anasının altını temizlemek. Bir gün açlığını da, kim bilir yemeyi, çiğnemeyi de unutacak.
Televizyonu kapatmak istediyse de evde bir ses olsun diye vazcaydı bundan. Bombalar yağdırmışlar biraz ötelerideki ülkeye. Hem de hastaneye… çocuklar, kadınlar, ölüler…Bunu da unuturlar, katiller televizyonda el sıkışıyor; büyük büyük adamlar.. O kadın, hastaneden çıkarmış yaralı kadını, annesi olmalı, sırtında taşıyor. Bir iki adım daha… Arkada harabeye dönmüş yoğun bakım. Doktoru, hastası can derdinde. Avalak bakışları canlandı annesinin. Köyden apar topar döndüler. Oğlanlar, ciğeri beş para etmezmiş Halit’le, Ahmet’in. Ne götürüyorsun kadını, köyde bakardık el birliğiyle. Sonuçta bizim de anamız… Diyemediler işte. Besbelli gelinler istemedi kocamış kaynanayı. Bir tavanda Kafka’nın böceği gibi ölüme terk ederlerdi zaten bıraksaydı kadını. Köye gittiğinde her şeyin eski hamam eski tas olacağından emindi zaten. Günlerce hava kapalı, bulutlarla kaplıydı gittiğinde. Bahçe altındaki delice büyümüş yabani otları temizlemeye girişti vardığında. Bahçe altı biçmek, jil kesmekten, bağmat işinden anlardı zaten çocukluktan beri. Anacığının biricik oğulları bu işlerden habire binbir bahane üretip kaçarken o bağmat yaptığı dalları çoktan yakılmaya taşımış olur, topladığı fındıkları sepetlere doldururdu. Anasının biriciği oğulları ses etmediler kadını alıp döndüğünde. Biraz daha kalsaydınız, en azından fındık toplama zamanının sonuna kadar… Kadının şaşkın, ağlamaklı gözleriyle karşılaştı oğlanlarla bahçede kavga ederken. Sen kız kurusu kalınca, kendime sizin gibi asalak kocalar bulsaydım değil mi.
Akşamın alacasında vardılar eve. Birinci katı çıkarken zorlanmadı sırtındaki yükten. Annesi yeni uyanmış, şarkın gözlerle baktı çevresine. Arabadan apar topar kucaklanırken evini, apartmanı tanımadı ilkin. Otomat yine söndü ilk kata vardığında. Bir kişi bile çıkmaz mı yardım etmek için. Kör, sağır, dilsiz komşuların apartman kapısının gıcırtısını işitmemiş olması olası değil. Kızdı içten içe. Kardeşleri, anasıyla bir başına bıraktılar. İkinci kata çıkarken her basamak daha da zorluyordu onu. Üçüncü kattan bir ev tutttuğuna da ilendi o sırada. Kadın sızlandı sırtında bir iki defa, ağrıları tuttu yine demek ki. Oğullarının adlarını yineledi bir iki defa. Unuttular anacığım seni, bana kaldın, sevgili kız kurusu evladına.
Kapıyı güç bela açabildi. Anahtar zorlukla girdi kilide. Kilit sürgüsü yine zorladı onu. Kapı kanadı şişmişti besbelli. İçerisi toz içinde. Saatlerdir araba kullandı, kan çanağına dönmüş gözlerle iki haftada toza bulanmış evde aksırmamaya, tıksırmamaya çalıştı ilkin. Televizyonu açası geldi ardından. Tekli koltukta kızını tedirginlikle izledi anası. Acıktın değil mi, diye sordu kadına. Ben de acıktım. Bir yumurta kırarım şimdi. Buzdolabında sadece yumurta kalmış. Belki kuymak yaparım. Köyden getirdikleri geldi aklına. Bahçedeki fındıklardan birazını ayırmıştı kendilerine. Annesi de kızının kabuklarını ayırdıklarını yiyebiliyordu ancak, bazen ikiye üçe bölüyordu kalan dişleriyle çiğnesin diye, o zamanlarda senin fındık kıranın da oldum ya, diye takılıyordu kadıncağıza.
Televizyonda hastaneye düşen roketten söz ediyordu sunucu. Cinnet hâli dedi içinden. Allah’ın gazabına uğrayacak insanlık diyesi gelse de bir türlü öyle bir kucaklayıcı, sevgi dolu bir Allah’a inanamadığını fark etti. O Allah, kardeşlerinin anasıyla bir başına kalan kendisi gibi bir kız kurusuna hayrı yoktu sonuçta. Televizyondaki hastane yıkıntıları arasında sırtında yaşlı, yatalak kadını taşıyan genç kıza ilişti gözü. Yaşlı kadın bombalanmış şehrine göz yaşlarıyla baktı sanki. Yer gök ceset. Tekli koltukta gözü ekrana kilitlenmiş annesine baktı o sırada.
Başka yerde cehennem aramaya gerek yok, diye geçirdi içinden. Ahborlu yerde büyümüş oğulları aramamıştı vardılar mı diye. Ona saat direksiyon başındaydı halbuki. Başlarına bir şey geldi mi diye merak ettikleri de yoktu anlaşılan. El nakba diyormuş yaşadıkları felakete bölgedeki halk. Bombalar, füzeler her gün düşüyor şehrin üstüne. İbrahim’in oğulları, Yakup’ün, Musa’nın çocukları vaat edilmiş topraklar için birbirlerini asıp keser olmuşlar. Fındık bahçelerinden kendilerine düşecek payı tartışıyorlardı köydeyken kardeşleri. Hz Yusuf’u kıskançlıktan kuyuya atmış kardeşleri. Ander kalasun, Ander kaybana kalasun, diye ileniyordu muhakkak kardeşleri de her gün. Yayladaki tek odalı eve de gözünü de dikmişti Ahmet. Demek ki neymiş, canını vermeden cenazeni kılmaya hazırmış senin oğlanlar anacığım. Fındık bahçeleri yeğenlerin hakkıymış, hepimiz gidiciymişiz de şu sübyanların geleceğini düşünmek halalarının asıl vazifesiymiş, falan filan… Kız kurusu hâliyle hak iddia etmek de neymiş kadından kalacak iki üç dönüm araziye. İçi sıkıldıkça sıkıldı. Bombalar yağdırıp memleketlerinden kovmaya niyetliymiş şehirde yaşayan halkı televizyondaki sunucuya göre ülkenin başbakanı. Tam teçhizatlı ordusuyla saldırmış hem de ancak kırk km²lik topraklarına üstelik.
Dünya çok tuzlu anacığım, çok çatallı, çok hayın hem de. İçi sıkıldı ekrandaki cinneti izlerken. Yumurta kırmalı, çantada mısır ekmeği de vardı; yarına evi çekip çevirince yapardı kuymağı. Anası kadar mahirdi zaten yemek işinde. Koyasun dağdan yukaru, oğlanlar bin bir hile, yalan dolanla çökeceklerdi muhakkak bahçeye. Birkaç dönümlük bahçe hepi topu. Bağmat işinden, ot toplamaktan, fındık işinden anlamaz iki asalak herif çocukları gözüne sokup durdu acısın, üzülsün de payından vazgeçsin diye. Akıllarınca köye ayda yılda bir uğrayan aklı havada, kız kurusu halaları yeğenlerini de düşünmez de onları ilerde sersefil bırakır zaten diye belleyeceklermiş çocuklar onu.
Anası televizyondaki çığlıkları pür dikkat izler olmuştu. Gözleri doldu puslanmış ekrandaki cesetleri izlerken. Cinnet, delirmiş tüm dünya, ofladı pufladı bir yandan.
Koltukta bir gölgeye döndü bir süre sonra anası; ufalan, küçülen bir gölge. Annesini pencerenin eşiğinde izlerken açlığını unuttu bir an, televizyonun sesi yayıldı odada. Sigaradan bir nefes daha çekti sokağın ölgün ışığı odaya usulca sızdığında. Elifi görse mertek sanır o kardeşleri köydeyken mal bulmuş mağribi gibi kadından kalacak eve, bahçeye konma hayâlleri içinde analarına güzellemeler yaparken şimdi vardın mı diye aramıyorlar bile. Bohçasını koltuğuna verip göndermediler mi zaten sonunda. Kızıyordu annesinin oğlanlara bu derece düşkünlüğüne. Zaten analar oğullarını böyle el bebek gül bebek büyüttüğündendi zaten boktan çıkamaması dünyanın.
Başka cehenneme ne hacet, cehennemin alâsını yaşıyoruz zaten, diye geçirdi aklından. Sokakta tek tük insanlar vardı akşam karanlığında. Bulutlu lacivert göğe söylendi yeniden. Yağmur indirecekse indirsindi artık.