Kurulan her sohbet sofrası beni tatmin etmekten, doyurmaktan uzak, boş lakırdılar olarak zamanı doldurmaya, nasıl desem tüketmeye yöneltiyor. Kulaklarımda uğultuya dönüşen, beynime bir karınca misali saplanan avamın sözlerinin kıymet-i harbiyesi yok nazarımda. Boş boş konuşmayı marifet, lakırdıları kendinden menkul ve incir çekirdeğini doldurmazken böbürlenerek, çokbilmişlik havalarıyla anlatmaları ise çile çektirmekten başka bir işe yaramıyor. Kuruldukları banklarda, boş bulundukları mekânda gün sayarken kurtarıcı pozlarına girmelerinin can sıkıcılığıyla dinlemeden, bir an önce oradan uzaklaşmanın telaşındayım. Bu boş yığıntılar kümesinin ne anlatacaklarından çok, ne zaman suskunluğa bürünüp dinleme zahmetine katlanacaklarını sabırla bekliyorum.
Gözlerini hep başkalarına çeviren bu kör kalabalığın kendisini görmesi mümkün değildir. Bundandır sohbetleri yavan, anlamsız ve gereksiz sözcüklere dönüşmektedir. Zamanın yitirilmişliğinde nerede olduklarının farkında olmayanlar misali sıkıntılarının, yalnızlıklarının, çaresizliklerinin girdabında boş avuntularla oyalanır, dururlar. Onların varlığını önemseyen de yok. Varlıklarının yüküyle, yokluklarının bir eksiklik hissettirmeyeceklerini anlamaktan o kadar uzaklar ki. Cehaletlerini gizleme çabalarını bilgiçlikleriyle örtme, gizleme çabası da onlara bir değer katmaktan çok uzak! Bundandır onlara karşı hiçbir anlayış duygusu gelişmediği gibi nefret duygusu beni ele geçiriyor. Ahhh zavallılar….
Meydan kalabalık. Sabah evden kaçarcasına çıkan pörsümüş suratları, derinleşmiş yüz çizgileriyle hayatının en verimli, genç, dinamik yıllarını beli bükülme pahasına tüketen bu zevatın toplanmasının sıkıcılığıyla meydanın etrafında dolanmanın yollarını arıyorum. Biliyorum, aralarına dalıp geçmek istediğimde nefesi tükenen, soluk almakta zorlanan bu zevat her şey güllük gülistanlık misali yaşadığı geçmişin çilelerini, şimdi yaşadığı perişanlığı dert edinmeyecek, sorgulama gereği duymayacak. Kendisine sunulan menünün kalitesine ve niteliğine bakmaksızın dalacak ve iştahla yutkunduğu bilgileri kendi buluşuymuş gibi böbürlenerek pazarlayacak. Alıcısın bol olduğu bu cehalet meydanında gerdanını sarkıtarak argo deyimlerle ve ödünç sözcüklerle süslediği söylemini büyük bir keyifle sunacak. Bugün kendisine tanıdığı, tanınan ayrıcalığın tadını çıkaracak. Nasılsa bir sonraki gün onun yerini alacak çok bilmiş bir hatip alacak.
Gezegenin yükü ağırken, birileri tarafından parsellenip, nimetlerinden küçük bir azınlık, meydanlarda yaşamın gününü sayan çokbilmiş zevatın sırtından, omuzlarına basarak, çalışmanın “kutsallığıyla“ iliklerine kadar sömürüp safahatlarını sürdürürken meydanlara doluşan avarelerin varlığı fazlalık değil midir sizce? Soludukları havanın, içtikleri suyun gereksizliğiyle yük olan bu zevat kimlere dalkavukluk yapmadı, çetelesini tutsalar belki de varlıklarının gereksizliğini anlayacak ve sızlanmalardan vazgeçecekler.
Anlamını bilmediği büyük laflarla büyük gafların peşine düşecek. Cehaletin dibinde debelenen, başlarına musallat edilen “Allah’ı size emanet ediyorum“ diyecek kadar kaba cahilleri avuçları patlayıncaya kadar da alkışlama gafletinden uzak durmayacaktır. Sözcükleri kendisine yabancı da olsa bağırarak, bol keseden nutuk atanlar hayranlıkla bakacak ve torunlarına “bak bunu görmüş, dinlemiş miydin?“. Keyifle anlatması hatıralarının süsü olacaktı. Başkaca da hatırası olmayınca beyaz camın tutsaklığında koca koca unvanlı, makamlı, mekânlı zevatın gerdan kırarak anlattığı masalları, martavalları süzgecinden geçirecek bilgi dağarcığı olmadığından meydanlarda böbürlenerek anlatmanın marifetini tadacaktır.
Konuşmalar, bitmez tükenmez çabalar, hayatları kolaylaştırmıyor, zorlaştırıyorsa her şeyin bir nedeni olmalıdır. Ensesi kalınlar, gerdanını kıvıranlar bir eli yağda bir eli balda yaşıyor ve çoğunluk “zenginin malı züğürdün çenesi “ misali boş lakırdılarla zamanını geçiriyorsa, her kötülük hak edilmiş demektir. Sızlanma, şikâyet etme hakkını çoktan tüketmişsin, farkında değilsin. Boş avuntulara, müjdelere, boş vaatlere kulak kesilip sorgulamıyorsan meydanın boş lakırdıları neyine yetmiyor…. Kalan ömrünü sürüngenler misali boş tüketmene itiraz etmem, üzülmem. Tercihini yapmışsan, sana sunulan menüye göre hayrını gör, güle güle kullan, rezilliğinle yaşa…
Asil insanların asil çağı gerilerde kaldı. Her şey kirlendi. Kirini insana bulaştırdı. Veya insan o kirin gönüllü yaratıcısı olup, temizleme gereği duymadan onunla yaşamaya alıştı. Asalet yerini kepazeliğe, karanlığa, miadı dolmuş sözlere ve ona inanan insanlara bıraktığı günden sonra iflah olmaz bir hastalığa yakalandı: Yalan üretme, ürettiği yalanlara inanma… “Yalancının mumu yatsıya kadar.“ yanmıyor artık, zihinleri ve yaşamları rehin alıyor. O meydanlarda cehalet erbabının iştahı her duydukları yalanla biraz daha kabarıyor. Kendilerine, hayatlarına zerrecik katkısı olmayacak yalanları duymak ve yaymak için yarışıyorlar, marifetmiş gibi… İnsanın sürekli iğfal edildiği bir karanlık çağda yaşıyoruz. Cehaletin kutsandığı, bilginin aşağılandığı, bilgelerin itilip kakıldığı cezalandırıldığı bu çağ gerçekten itici, sıkıcı, boğucu bir hal aldı. Cehaletin geleceği ele geçirdiği karanlık bir tüneldeyiz. Farkında olmayanlar için cehaletin bir çizgisi de, sınırı da yoktur.