1 dakika okundu
Barış ve Umut/Emin SALMAN

Sözcüklerin büyüsüne kapılmanın dayanılmaz hafifliğiyle yorgun ve bitkinim.

Şiddetin ve savaşın kirliliğinin; kanın ve göz yaşının bitkin düşürdüğü beynimin ve bedenimin acısı ve sızısından daha derinlerde yorgunluğum ve bitkinliğim.

Anılara dönmek istemiyorum. Umutlarımla geçici olarak avunmak istiyorum.

Peri masallarındaki prenslerin ve prenseslerin mutluluklarının gizemine dalıyorum. Sahiden yaşandı mı o masallarda anlatılanlar. İnsanlar sakin ve sessizce izledi mi, tahammül edebildi mi… Kavgalardan fırsat bulup tadına varabildi mi…

Konfüsçüyüs’ün ünlü bir sözü hep aklımı kurcalar. Büyük bilge yüz yıllar öncesinden bize yalın bir gerçeği basit sözcüklerle veciz bir şekilde anlatmıştı. Garip bir varlık olan insan bunu anlamakta ve uygulamakta zorlanıyor.

“İnsanoğlu para kazanmak için sıhhatini verir. Sonra sıhhatini kazanmak için parasını verir. İstikbali düşünürken insanoğlu yaşadığı günü unutur. Böylece ne bugünü yaşar, ne de istikbali. Aslında, ölüm yokmuşçasına yaşarken; yaşamamış gibi ölürler.”

Düğüm bu sözcüklerde gizli. Önce yok etmek için kavga ediyoruz. Bütün enerjimizi, birikimimizi kavgaya harcıyoruz. Gücümüz tükendiğinde barışmak için umutsuzca çırpınıyoruz.

Bu gezegenin; insan denen mahlûkatının yaşadığı en ücra köşelerine yapılan yolculukta karşımıza ilk çıkan şey; kin. Öfke, acı ve gözyaşıyla karşılaşmaktan yoruldum. Yıkımlar, yakılmalar, yok olmalar doğayı kirlettikçe ve eskittikçe geriye enkazlar dışında bize bir şey bırakmıyor. Silah icat olduğundan beri mertliklerin dili bozuldu. Kan kusmak, ölüm kusmak kolaylaştı ve bedeli ağırlaştıkça kazancı bollaştı. Ölüm tacirleri silah baronlarının ceplerini şişirdikçe iştahları kabardı.

Emekçiler; ölüm avcılarının yalılarında huzurlu yaşamları için ürettikleri silahların söndürdükleri ocakların ardından timsah gözyaşları döküyor. Ocaklardan yükselen kesif dumanlara karışan ağıtlar ve havarlar duvarlarda yankılandıkça, emekçiler ücretlerinin azlığının şikâyetiyle protestolarda bulundukça utancımla baş başa kalıyorum.

Memleketimin dağlarında baharın gelişini özlemle beklerken ölüm tacirlerinin zamanı ve tahammülleri yok…

Barış;…

Hayali ve fantezi…

Umut…

Kafdağı kadar uzak…

Hangi coğrafyaya, hangi dağın ardına baksam içim burkuluyor. O dağlar ki gizem yüklü. Ardında yaşayanların umutlarını, sevinçlerin gizlerken; acılarını, kederlerini doruklarında salıveriyor. İnsanlık yerlerde sürükleniyor. Bütün değerler anlamsız…

İçimizdeki “ötekiler” düşman… Zaman “ötekiler” için tükendikçe tükenmişliğimizin farkına varamıyoruz.

Tükettiğini sandığımız “ötekiler” bir gün karşımıza dikiliveriyorlar. Bütün yaptığımız, çaresizliğimize mecbur olduğumuz gerçeği…”Kutsal”larımızla serseme çevirip oyaladığımız ahaliye yalanların tükendiği gerçeğini nasıl anlatacağız kaygısına düşeriz. Gözümüzü kırpmadan gönderdiğimiz genç fidanların ölümlerinin ardından döktüğümüz timsah gözyaşları tükenip hamasi nutuklar anlamsızdır artık. Dönem kapanmış, miadı dolmuştur. Beklemeli… Ve ahaliyi uzun yıllar süründürmek ve kendine bağımlı kılacak yeni masallara alıştırmak için bekleme odasına almalı.

Bir yalanlar yumağı içinde doğuyor, yaşıyor ve ölüyoruz.  Dün inkar ettiklerimiz bugün gerçek diye bize sunuluyorsa ;gerçek nerde? Veya bugünün gerçeğinin yarın yalana dönüşmeyeceğinin garantisi var mı?...