“Senin sözcüklerin geçmez burada. Harf söyle.” (Bora Abdo)
Bizim evin cümlelerini oğlum kurar. O sır olup gittiğinden beri dilimizdeki cümleler eskidi, giderek onun gibi kayboldu. O yönsüz bir kırlangıç gibi gideli, her şeyi, derdimizi bir cümleye sığdırdık: "Kayıp!" Şimdi Adana'da oturuyoruz. Evvelinde Hakkari'deydik. geçmişimiz ve geleceğimiz hariç, her şeyimizi geride bırakıp, sularla, Ters Lale ve Sümbül Dağı ile vedalaşıp dilimizi ve kalbimizi alıp göçtük. İçim cümle dolu ama ben cümle kurmayı sevmem. Bizim evde cümleleri oğlum kurar, burada olsaydı o anlatırdı hikâyemizi...
Bizim evde cümleleri oğlum kurar. Ben sadece avucuma bakıp mırıldanırım: Avludaki ağacın gölgesinde akşama kadar elime baktığım bir gündü. Oğlum kaybolalı dilimi unutup elime taşınmıştım. Bir elimi diğerine alır saatlerce çizgileri seyreder düşünürdüm. Sonra el değiştirir diğer elimi tutardım. Konu-komşu elimle vakit geçirmeyi huy edinmemin hayra alamet olmadığını söylese de elimden vazgeçmedim. Herkes alnındaki yazıların derdine yansın, benim derdim de dermanım da elimde yazılıdır. Tüm cümlelerim dilimden avucuma göç etmiştir ama komşular bunu bilmezler, bilseler de söylemezler. Biz derdimizi cümle kurmadan da söyleriz. Bizim oralarda çocuklar, liseyi, üniversiteyi beklemez, daha çocukken, çiçekler gibi tozlaşarak siyasileşir. Oğlum üniversiteyi kazanınca bir derin kaygı sarmıştı içimi. Siyaset cümle gerektirir, o cümlesini çok öncesinden bulanlardandı. Günün birinde, aklıyla kalbini, diliyle cümlelerini hizalayıp, “beni avucunda bil”, diyerek gidince dilim kırka bölündü. Avucumdaydı, biliyordum. Ama o bilmediğimiz yeni cümlelerin peşinde kaybolmuştu.
Dertlerimle ve yaralarımla canınızı sıkmak istemem; biz cümle kurmayı sevmeyen bir aileyiz; bizim evde cümleleri o kurar. Besbelli sihirli bir cümlenin peşinde giderken kaybedilmişti. Nerede gülüneceğini, nerede susulacağını ve konuşulacağını o bilirdi. Ama kaybolacağını bilemedi zannımca. Bizim oralarda hep öyle olur, bir cümle gelir çocuklarımızın diline konar, ve onlar giderler. Sonrasını düşlerini ve rüyalarını ezber eden kitapların ve sokakların özeti çocuklarımız bilir. Benim oğlum nereye gitse gelir elime konardı. Bu sefer konmadı, konamadı...
Komşuların ellerinde gazeteyle geldiklerini görünce elimi bıraktım. Köyümüzün, evimizin yakıldığı gündeki kadar korktum. Ne eksik ne fazla, bizim oralarda korku ile sevinç eşittir. Cümle kurulmayınca hele de cümlenin içi açılmayınca dert de anlam da bilinmez. Komşunun oğlu, haberi okudu. Ben cümle kurmayı bilmem. Dinlerim. Oğlumun kaybolmadığını, el kadar bir gökyüzünü, Simurg kadar uzakta, Şahmaran kadar yerin dibinde mesken tuttuğunu yazıyordu gazete. Bir de oğlumun "resmini" iliştirmişlerdi. Nicedir cümlesizdim o anda iyice cümlesiz kaldım. Şunu da söyleyeyim ben okuma-yazma da bilmem. Bizim yerimize de okur çocuklarımız. Haberde isim tutuyordu ama "resim" tutmuyordu. Hikâye ise hiç tutmuyordu. Ben cümle kurmayı bilmem; arada harfler uçar dilimin ucundan ama bir türlü kelime olamazlar. Acı haberi dinledim ve komşuları evlerine gönderdikten sonra gazeteyi ıslak taşlığa yaydım. Sol elimi sağ elimin içine alıp seyretmeye başladım. Oğlunun suretini aklına ve kalbine nakşetmiş her anne gibi bakar bakmaz gazetedeki suretin oğlum olmadığını anladım. Oğlum, cümleleriyle birlikte aylardır kayıptı. Birden yağmur yağmaya başladı. Gazete su emdikçe, fotoğraf da yavaş yavaş sulara karıştı. Evimin erkeği, pencereden merakla seyrediyordu. Onun derdi kaygıyla beni seyretmekti. Ama bu kez, çıplak ayaklarıyla taşlara basarak yanıma geldi. Ben cümle kurmayı sevmem. Gözüne bakmadan, "Gidiyorum!" dedim. Biz de gidiyorum diyene, karışılmaz... Bizim çocuklarımız hep giderler. Uzağa giderler, yakına giderler, ama giderler.
Adana’dan size, Cumartesi'ye geldim. Herkes orada olacağını zannettim ama avucuma sığacak kadar azdılar. Onlara yer verip telgrafın tellerine konan meydanın kuşlarından bile azdılar. Her kayıp yakını ne kadar yaşlıysa o da o kadar yaşlıyım. Her kayıp yakını gibi kaybedilenin yaşındayım. Deli bir çiçektim de aklımı ruhumu aramaya çıkmıştım. Ve kayıp yakınlarına düşmüştü yolum. Avulu içimi ve yaralarımı örtsün diye çiçekli bir entari giymiştim. Mahalli kıyafetim ve yüzümdeki dövmelerimle “ruhumu su aldı” der gibiydim. Ben cümle kurmayı sevmem, bizim evde cümleleri oğlum kurar. Usûl gereği, ellerimizde fotoğraflar sessiz oturduk. Sanki yüz yıl geçti. İkide bir koynumdaki gazeteyi yokluyordum ki kayıplara karışmasın. Dünyanın neresinde, kelimelerin neresinde olduğuna aldırmadan ayağa kalktım. Sanki susturacak söz, yüzlerde kayıp izi arıyordu. Dilimin ucunda çiçek açmıştı bir kere. Söz hevese açılmıştı. Elimde gazeteyle konuştukça sanki dünya yeniden kuruluyordu. Yarası olan tüm dilleri bilirmiş. Tüm sözlerim taş’tı sanki. dilimin yetmediği yerde Türkçe, onun yetmediği yerde başka bir dil ile konuşuyordum. Heves nefes semah dönerek konuşuyordum. Bizim oraların insanı devleti hem uzaktan hem yakından, hem yukarıdan hem de aşağıdan tanır. Ben, dua, masal karışımı bir sesle “Sana söylüyorum devlet!” dedikçe harmanımızı çevirenler sanki devlet değillermiş etraflarına bakıyorlardı. Biz, canlı-cansız her varlığa "sen" deriz... Ağzımdan "sen" kelimesi çıkacak diye çok koktum ama korktuğum başıma gelmedi. “Size söylüyorum devlet! Ben oğlumu tanımaz mıyım, suretini bilmez miyim... Gazeteye bastığınız benim oğlumun sureti değildir! Bu yanlış surettir…” dedikçe her kimse onlar bir bana bir de birbirlerine bakıyorlardı. Üstüne alan yoktu söylediklerimi. Sonunda avucuma bakıp, “Devlet hayaldir… Devletin okuması-yazması yoktur…” dedim ve sustum..
Ben cümle kurmayı sevmem...
Bizim evde bütün cümleleri oğlum kurar.
Yıllardır iki gözüm iki avucumda, kayıp oğlumun, cümleleriyle birlikte avucuma dönmesini bekliyorum...
Ben cümle kurmayı sevmem, avucuma bakıp susmayı severim...
(TERS LÂ, öykü dosyamdan)