Gömütün yanı başında, dizlerinin üstüne çömelmiş kendi kendine mırıldanıyor. Vakit gece yarısı, etrafta cır cır böceklerinin sesi. Ceketini çıkarıp yavaşça toprağın üstüne serdi Murat. Toprak ısıtmaz çünkü kemikleri, sımsıkı sarmaz. Ayaklarını uzatarak başını yavaşça yere yasladı. Gözünü yaşlı görünce ‘gittikçe sula mutlaka, toprak bu çabuk kurur, bol bol sula, üstünde otlar bitsin’ dediydi ölme sırasını devamlı başkasına veren nenesi. Dedi demesine de geceleri sokul yanına uyu demedi ki. Parmaklarını hırsla geçirdi toprağa.
Cemil’in, çalışma masasına son kez bıraktığı kitaplara, küçük not defterlerine dokundu. Siyah, kalın çerçeveli gözlüğün camında kitap okumaktan küçülmüş ama açtıkça çakırlaşan, buna rağmen öylesine anlamsız, donuk gözlerini gördü. Bir insan yirmi dört saat aralıksız nasıl kitap okuyabilir ki? Ne açlık duygusu ne boşaltma ihtiyacı ne başka bir şey. Bu gidişle kör olacaksın, tedavini ihmal etme diyen doktorlara inat; ilaçla, ameliyatla uğraşmaktansa arada bir perde inen gözleriyle gördüğü kadar idare etmeyi tercih etmişti Cemil. Aldı gözlüğü, bir kuşu sever gibi avucunun içinde. Uzun, içi kirden sapsarı tırnakları vardı Murat’ın. Kessene şunları demişti Cemil zamanında ona, bak sırtımı çizik çizik ettiler. Tüyleri bile ağarmıştı sırtının. Çizik çizik. İkisi de soyundulardı. Ürpermeden, usulca… Her ikisi için de aynı anlamdı, biraz haz, biraz şefkat.
Saatin kaç olduğunun farkında değil. Karanlığın içinde fısıltılar gelir gibi oldu kulağına. Derinden, uzakta, birbiriyle bağlantıları kopmuş fısıltılar… Ürperdi. Çocukluğunu anımsadı. Çarşafı iyice çekerdi kafasına, koyun koyuna yattığı nenesinin uyku hali konuşmalarını duymamak için elleriyle kulağını tıkardı. Korkuları da ihtiyarın halt yemesi aslında. Mezarlık, ölü hikayeleri anlatırdı, ölülerin konuşmalarını, günahı çok olanların çığlık attıklarını falan. Bütün bunların düzmece olduğunu bilse de korkardı işte. İp gibi kolları, çukurlaşmış, adeta mezarı anımsatan yüzü vardı nenesinin. Babasının da öyle değil miydi? Bundandı, korkardı babasından da. Baba çarpar çünkü, baba tokatlar. Şimdi öyle değil, üstüne uzandığı toprak değil onu korkutan. Onu korkutan çukurun içindeki, etleri böceklerce delik deşik edilmiş o bedene sımsıkı sarılamamak, doya doya öpememek.
Son kez eve getirdiler tabutu. Israr etti Murat. İlla benim eve getirin. Koydular salonun orta yerine. Ölüyle nasıl vedalaşacağını bilmez. Hiç ölen olmadı yakınlarından. Zaten kimi var ki? Nenesi bile ölmüyor. Sula yavrum, aklına geldikçe git sula. Ah be nene, aklımdan çıktığı mı var. Bir süre kaldıktan sonra kapıcının dırdırlanmasıyla çıkardılar. Neymiş efendim ölüyü eve getirmeye ne lüzum varmış, hem o artık ölü, nereye gittiğinin farkında mıymış… Kapıcı, imam ve Murat. Üçü yüklendiler tabuta. Nasıl da ağır. Kolay mı ömrünü kitap sayfalarında harcamış birini öyle kolay taşımak. Bundandır bu kadar yük. Kaç kere demişti Murat, gözlerini ihmal etme, kör olacaksın, yazık değil mi onlara? Bir ara çıkardı gözlüğü, tabutun üstüne koydu. Usulca indiler merdiveni, Murat’la ikisinin milyon kez bıraktıkları ayak izlerinin üstüne topuklarını bastılar. Cenaze aracına binerlerken giriş katta oturan İsmet bey ile karşılaştılar. Öf be, yine mi? Hayalet midir nedir, zırt pırt karşımda. Murat Bey oğlum, kim o yanındaki baban mı? Hayır değil, babam yok benim. Murat Bey oğlum baban ne zamandır görünmüyor, hasta falan değildir umarım. Yok efendim, gayet iyi, hem babam olduğunu nerden çıkardın ki, çattık be. Murat Bey oğlum baban… Sorma İsmet Beyciğim, sana ne anamdan babamdan, şimdi kalkıp sana babamın ne kanı bozuk, bencil bir herif olduğunu, bizi yüz üstü bırakıp bir kaltağa gittiğini, sırf bu yüzden annemin başkasıyla evlendiğini falan anlatacak değilim. Deme bana baban maban… Murat Bey oğlum. Ne oğlumu canım allah allah, kimsenin oğlu değilim ben. Bu kez kasketini çıkarıp elini göğsüne yasladı adam, dua okudu, olan biteni duymuştu belli ki. İyi adamdı baban Murat Bey oğlum, toprağı bol olsun. Murat duymazlıktan geldi bu sefer. Ne adamı ne araba gürültüsünü ne de yaprak döken ağaç dallarının çıtırtısını. Sanki dört eli vardı da ikisi sıkıca kulaklarını tıkamıştı. Gözlükse diğer elinde. Camını sildi gömleğinin ucuyla hohlayıp.
Nemli toprağı avuç avuç kazıdı uzun, içi sararmış tırnaklarıyla. Kessene şunları fena batıyorlar dediydi Cemil. O tırnaklar iş görüyor ama şimdi. Hınçla kazıdı, etrafa saçtı bir çırpı. Her kazıyışta ona biraz daha yaklaştığını hissetti, sanki yattığı yerden ayağa kaldıracak, belinden kavrayıp omuzlarından tutacak. Tüyleri ağarmış omuzları çizik çizik. Neyse ki ortalıkta kimseler yok. Ama fısıltılar! Duymasa... Gören deli sanacak şimdi, polise neyin haber edecek. Sonra otur uğraş, altı üstü gözlüğü aradığını, bulunca hemen toparlayıp mezarı eski haline getireceğini söylese kimse inanmaz. En iyisi çabuk çabuk halletmek şu işi.
Kitaçıda tanıştılar. O okuduğunuza bakabilir miyim? diye sordu Murat. Birkaç yıldır kitaplarla pek haşır neşir. Sınavları da salladığı yok. Mezun olsa n’olcak, altı üstü işletme. Muhasebesini tutar belki bir iş yerinin ya da bir bankada çalışır, yaşlanana kadar git geller. Mutlu olur olmasına, cebine para girsin yeter ki. İzin istemeden pat diye oturdu Cemil’in yanına. Hiç ikilemeden elindekini Murat’a uzattı Cemil. Gür, kıvırcık saçları vardı. Omuzundaki tüyleri o kadar ağarmamıştı belki. Konuşunca yarık dudaklarının arasında yuvarlak bir boşluk oluşuyor, o boşluktan tükürükleri saçılıyordu. Göz ucuyla süzdü yanı başındakini. İncecik dal gibi gövdenin üzerine yerleşmiş minik çehreyi.
Murat’ınsa Cemil’ de ilk ilgisini çeken kalın mercekli gözlüğüydü. Bunu takmak için ancak kör olmak lazım, dedi kendi kendine. Sonra uzun sohbetler başladı. Birlikte okudular. Her gün aynı yerde randevulaştılar. Günlerce. Daha sonraları Cemil’i evine davet eder oldu Murat. Rutubetten dökülmüş iki göz odaya. Bu divanda yatmak sırtını ağrıtabilir, dedi Cemil oturduğunda batan demirden rahatsız olup. Sana çekyat neyin gerek. Umursamadı Murat. Part time çalışmayla para mı kazanılıyor da çekyat alsın. Ev kirası, okul masrafı, e bir de Cemil için kurduğu rakı sofrası. Yetmişliğin yanına sadece biraz peynir belki ama çok geliyor be adam, yaşam zor. Divanın yayları bozuk. Gacır gucur ses. Murat utançtan hareket edemedi. Sonra bıraktı divanı, yaylanmayı. 'Gideceğim.‘ dedi. ‘Okul bitince Amerika’ya yerleşip kafe işleteceğim.' Gülümsedi Cemil. Yüzünde boş hayalleri ciddiye almadığını anlatan alaycı ifade belirdi. Başını salladı. ‘Git tabi, git!’ Murat başını usulca omzuna dayadı. Gün geçtikçe ona karşı içinde anlamlandıramadığı bir coşku, tuhaf bir his, istek, arzu bedeninde gezindi durdu. Cemil’in şefkati mi, sevgisi mi, sarıp sarmalaması mı? Daha önce hiç kimseye istekle, sevgiyle hiç dokunmamıştı. Sevim’ e bile. Yılda üç beş kez görüşebildiği, varlığıyla yokluğu bir kadına dokunurken nasıl haz duyulabilir? Bir yoksunluk vardı içinde tamamlanması gereken. Şimdi yanında Cemil. Onun ellerinde uyuyabilecek kadar küçüldüğünü hissetti. Yuva etti kendine. Haftanın en az beş günü. O yuvada. Kalın mercekli gözlükler. Murat. Yeni yetme, ter kokan. İçi kirden sararmış uzun tırnaklarını sevdiği adama batıra batıra… Cemil. Öğretmen Cemil. Yirmi beş yıllık. Gülünce yüzünün kıvrımları derinleşen. Yıllardır yalnızlık içindeki hayatını dolduran bir heyecan Murat’ın varlığı.
Bileklerine kadar toprak olmuş elinde gezinen bir solucanı gördü. Tiksindi. Eştikçe eline daha neler gelecek kim bilir? Altı üstü gözlüğü alıp gidicem be. Çürümediyse tabi. Çürümediyse yüzüne de bakarım. Gözleri içine çökmüş müdür? Ah nene, kırkı geçince derisi kemiğinden ayrılır derdin ölenin, bilsen ki gecenin bu saati n’aptığımı, deli dersin, günah dersin. Bu yaşına geldin sen neden ölmezsin? Fenerin pili zayıfladı, aydınlatmıyor da. En iyisi bırakmalı, böyle deşilmiş toprağı yüz üstü bırakmalı. Çıplaklığı geldi gözünün önüne, çürümemiş, delik deşik edilmemiş hali. Omzundan bileklerine kılları. Tırnaklarını batırma dediydi, canım acıyor, senin kadar genç miyim? Çarşaf kaymış. Murat üstte, tırnaklarını Cemil’in etine geçirmiş, gidip geliyor. Gıdısı yastığa değiyor Cemilin, yüzü koyun yatmış, nefesi kesik kesik. Tıslıyor mu? Tıslamıyor. Tıkanıyor durup dururken. N’oldu, ha n’oldu, Gıdısı yerde. Kıpırtısız. Kolları da düşmüş, çizik çizik omuzları da. Şaka mı? Değil. Öldü, öldü işte, al, bak yerin dibinde.
Çukurun içine indirdiler. Göz ucuyla yarım yamalak bakabildiydi. Özensizce dürülmüş ambalajın içinde bibloyu andıran görüntüsü vardı Cemilin, birazdan ilgili adrese gönderilmek üzere hazırlanacak, üstüne birkaç cümle yazı iliştirilecek ve sonra ebediyete posta…! Üstüne gelişi güzel toprak attılardı, özensiz. Ama o titizdi, düzenliydi, bir eşyayı kullanırken bile canlıymış gibi davranırdı, şimdi bedeni işi bitmiş et parçası, atıldı oracığa. Gözlüğü de yanı başına. İçi acıdı Murat’ın. O böyle içlenirken nenesi usulca sıvazladı sırtını. Sula yavrum, fırsat buldukça sula. Yüzü bembeyazdı yaşlı kadının. De git be kadın, herkes ölüyor, sen dokuz canlı… Canlı kanlı bir insandan çok hayalete benziyordu ya sahi. Hani dünya ile fani arasında geçişi kolaylaştıran bir görevi vardı. Belki o aldı elinden Cemil’ini. Kim bilir ne dualar etti ne büyüler yaptı. Bütün suç senin nene. Sırf mutlu olmayayım diye, ölmemek için sırf, başkalarını öldürürsün.
Çıkageldi Sevim. Cemil ölmeden birkaç hafta evvel. Gece yarısı. Dayandı kapıya. Aylardır hiç aradığı da yok. Elinde ufak bir çanta. Murat kafasına havluyu dolamış, yarı çıplak, hayalet gibi, bir süre baktı boş boş. Bu saatte, ne işin var kızım burada? Konuşurken kıpırdamadı, saçında havlu, havluda eli. İçeriye davet bile edilmeden Murat’ı iteleyerek girdi. Çantasını bir yana savurdu, ayakkabılarını bir yana. Güzel sürpriz de niçin haber vermedin? Sorarken adeta çelik zırhla kuşandı Murat. Sesinin tonu düşük, sevgisiz, isteksiz. Odaya koşup üzerine telaşla bir şeyler giyindi. Uzun, sarı tırnakları ortada. Birkaç kem küm… Elma kabukları koltuğa saçılmış. Sehpada rakı bardakları, peynir artıkları ve kalın mercekli gözlük. Bunu sen mi kullanıyorsun diye şaşkınlıkla sordu Sevim. Parmağıyla gözlüğü iki tur çevirdi. Umursamazca fırlattı sonra koltuğa. Her zamanki gibi yine dağılmışsın, ben el atmayınca böyle oluyor demek ki. Boynuna sarıldı Murat’ın. Murat adeta buzdan bir kalıba dönüştü. Kendini sarmalayan bedene karşılık vermedi kolları. Niçin böyle bakıyorsun, bir şey mi oldu? diye sordu Sevim. Hasta mısın, neyin var? Kadının ince beline sıkıca kollarını sardı Murat. Sanki dili lal, iki kelimeyi yan yana getiremiyor. Ya şimdi pat diye odaya girerse, dedi içinden. Bu da kim, yatağında ne işi var derse. Ne cevap vereceğim? Tepesinden ayaklarına, damarlarından bütün organlarına akan sıcak şeyi hisseti. Terledi. Üşüdü. Ürperdi. Hepsi birkaç saniye içinde oldu. Sevim, özlemle sarıldığı adamın boynundan geriye çekilip hızlıca yatak odasına yöneldi. Sararmış uzun tırnaklarını avuç içine batırdı Murat. Birazdan kıyamet kopacak, yer yerinden oynayacak. Odaya girmesiyle çıkması bir oldu Sevim’in. Donuk bakışları nedense sıvası dökük duvara sabitlendi. O öyle baktıkça duvar sanki daha da döküldü, döküldü de neredeyse tuğlası göründü. Babanın burada olduğunu niçin söylemedin, dedi bir zaman sonra. Sakindi fakat yüzü beyaz, donmuş gibi. Murat ne cevap vereceğini bilemeden kafasındaki havluyu aldı, ellerinin arasında büktü. Sevim hiçbir şey demeden çantasını kaptığı gibi pat diye çıkıp gitti. Sevim’ in tavırları tuhafına gitti Murat’ın. Hiçbir şey sormadan, sorgulamadan. Belki bir gün dayanamayıp geri gelecek. Aman be, gitsin de gelmesin. Halinden pek memnun, kapattı kapıyı.
Caminin bahçesinde bekleyiş. Birkaç kişi dışında tanıdığı kimse yok. Kapıcı yanında, komşu İsmet Bey de çaprazında. Cemil ’in öğretmen arkadaşları ve öğrencileri dizilmişler sıra sıra. Ailesinden kimseler yok. Sahi yok mu gerçekten? Hiç bahsetmemiş, Murat’ın da sormak aklına gelmemişti. Ne önemi vardı ki ailenin. Yalnızız işte, ben de sen de, dedi içinden. Dualar okundu, helallikler alındı. Murat’ta acı hıçkırık. Boğazını kesecek. Koluna değdi birisi o anda. Bir de baktı ki Nene. Tülbentle ağzını kapatmış, bir gözü kısık. Ee, yaşlıydı herif gitti sonunda. Hınçla baktı nenesine Murat. Ne işi var burada bunun? Hem kim haber verdi ki? Yeleğinin cebinden çıkardığı kâğıt parçasını Murat’a uzattı yaşlı kadın. Al, al bak bunlar dualar, akşam sabah oku. Başına ne geldiyse bu ihtiyar kadından gelme dimi? Ölmemek için sırf başkaları ölsün ister, kimse mutlu olmasın diye türlü belalar okur, ocakları dağıtır. İstemeye istemeye aldı kâğıdı. Çivi yazısı gibi ufaktı yazılanlar. Kalın mercekli gözlükleri takıp okumalıydı en iyisi. Kaç kere demişti, gözlerini ihmal etme kör olacaksın. Saklasa mıydı gözlükleri? Özledikçe takardı arada bir. Şimdi bir de bunu mu okuyacak durup durup. İyi gelecekse okur, Cemil gelecekse... Saçmalama. Ölü o. Gıdısı yastığa dayanmış, nefesi kesik, yatakta. Nefesi kesilmeden evvel anason kokulu ağzıyla emmişti Murat’ın kulağını. Sonra yavaşça yüzü koyun yatırıp üstüne atılmıştı. İşte o esnada kesiliverdi Cemil’in sesi. Boğulurcasına çırpınarak verdi nefesini. Kolları, sırtı, omuzları, bakışları kıpırtısız.